26 Şubat 2007

Üç İstanbul

O kadar idareli kullanmama rağmen memleketten gelen para yetmez olmuştu. Henüz ayın ortası bile değilken cebimde 650 lira param kalmıştı. Bu yüzden hukukta okuyan, aynı yurtta kaldığım arkadaşım Rıfat’ın getirdiği habere çok sevinmiştim. Bir günlüğüne bir filmde figüranlık yapacak, karşılığında ise tam 900 lira alacaktık. Hem cebimiz para görecek hem de unutamayacağımız bir gün yaşayacaktık. Dahası bu sadece bir başlangıçtı, ilerde jön bile olabilirdim.

Taksim meydanında bir süre bekledikten sonra herkes gelmiş olmalıydı ki Bostancı otobüsüne bindik. Binmeden önce hepimize otobüs bileti verilmiş, bir mavi kartım olmasına rağmen bilete hayır dememiştim. Bunu bilet satan bir büfeye verip yerine telefon jetonu alabilirdim. Otobüsün gittiği semti bile bilmiyor, bizimle gelen diğer insanları tanımıyorduk. Gerçi Rıfat ekibe yön veren Haydar’ı tanıyordu. Beyoğlu’nda çalıştığı avukatlık bürosunda tanışmışlar. Yandaki büroda çalışan Haydar’ın şirketi filmler için figüran sağlarmış.

Erenköy’de inip bir süre yürüdükten sonra üç katlı beyaz bir köşke vardık. Deniz kenarındaki bu yapıyı sanki daha önceden görmüşlüğüm vardı. Kocaman bahçesi olan bu köşk belli ki bir çok filme mekan olmuştu. Bir görevli tiplerimize bakarak bize giyeceğimiz kostümleri verdi. Sakallı olanlar şalvar ve kavuk giyerken, bana ve Rıfat’a jöntürk kıyafetleri uygun görülmüştü. Siyah bir takım elbise, yakasız bir gömlek ve başımızda kırmızı bir fesle hiçte fena durmuyorduk ve bu yeni halimizi merakla aynada izlemekten kendimizi alamıyorduk. Şimdilik beklemekten başka bir işimiz olmadığı için bahçede dolaşıyor, arada da muzipçe birbirimizi selamlıyorduk. Öğlen olmuş hala bir iş yapmamıştık. Tam acıktığımızı hissederken yemek dağıtımı ile neşelenmiş, dağıtılan sıcacık kuru fasulye, pilav ve ayranı iştahla bir güzel mideye indirmiştik.

Bu güzel yemek sonrasında film ekibi çekime başlamış, bizde uzaktan merakla onları izlemeye koyulmuştuk. Mithat Cemal Kutay’ın Üç İstanbul adlı eserini TRT için Fevzi Tuna filme çekiyordu. Köşkün kapısına gelen bir faytondan inen, koşarak merdivenleri çıkan bir kadın sahnesi birkaç tekrarla tamamlanmıştı. Daha sonra bir paşa ve ona eşlik eden bir jöntürk kıyafetli uzun boylu birinin merdivenden inip faytona binmelerinin çekimleri yapıldı. Uzun boylu olan Orçun Sonat’tı, kendisini daha önceki birçok filminden tanıyordum.

Bir süre sonra bizi çağırdılar ve sandallara bindirdiler. Yedi sekiz sandalı doldurmuştuk. Sandallar az biraz açılınca megafonla seslendiler “Köşke doğru el sallayın ve yuh diye bağırın”. Hepimiz de öyle yaptık. Hatta araya başka kelimelerde ekleyip senaryoyu zenginleştirdik de, “Yuuuuh, Allah belanızı versinnn”.

Çekim bu kadardı, işimiz bitmişti. Hiç yorulmamış, karnımızı da bir güzel doyurmuştuk. Dahası ilk kez bir film setinde bulunmuştuk. Olsun zararı yoktu, bugün keşfedilmemiştik ama elbet o da bir gün olacaktı. En güzeli de tam 900 lira kazanmıştım.

Kostümleri neşeyle yerine teslim edip, kendi kıyafetlerimi giydiğimde anladım ki cebimdeki 650 liranın yerinde yeller esiyordu.

18 Şubat 2007

Hudut Taşları

Yeni belediye olmuş kasabanın batısına düşen son noktada bulunan karakolumun biraz ötesi başka bir ülkenin toprağıydı. Sınır boyunca akan nehir ülkeleri ikiye ayırır, nehrin en derin noktası sınır çizgisi sayılırdı. Her iki yakada da akan su boyunca söğüt ağaçları, kavaklar ve yüksekçe bir yol vardı. Yolun öte tarafında ise uçsuz bucaksız uzanan çeltik tarlaları bulunurdu. Çeltikle geçimini sağlayan yörenin gençleri akşamları kurbağa toplamaya gider, sabaha kadar çeltik tarlalarında yıldız gibi parlayıp görülesi bir manzara oluştururlardı.

Bir gözetleme kulesinin bulunduğu karakolum oldukça kalabalıktı. Aralıksız süren devriye görevi ve tutulması gerekli birçok nöbetten dolayı askerlerimin işleri hiç bitmezdi. Devriye vakti dört asker karakoldan ayrılır, nehir yanında ikisi su ile aynı yönde, diğer ikisi ters yönde altı saat gezerlerdi. Güneşin doğuşu ile başlayan kule nöbeti havanın kararması ile sona ererdi. Bir de karakolun güvenlik nöbeti vardı ki ne gece, ne de gündüz dinlerdi. Burası huduttu ve görev süresizdi. Ziyaretimize gelen komutanlar bile başka yerde duyulmayan uzun bir hudut tekmili ile karşılanırlardı. “… Sorumluluk bölgemdeki hudut taşlarını korumakla görevli birliğim, vatan ve millet uğruna seve seve can vermeye hazırdır, Komutanım”.

Neredeyse günün tamamını birlikte geçirdiğim askerlerimle kısa süren eğitimler yapardık. Aynı yemekleri yer, beraber türküler söyler, kimi zaman da top oynardık. Buraya gelen askerlerin çoğu ilkokul mezunu hatta okumayı bilmeyenlerden oluşuyordu. Bazılarını sıkı sıkı tembihlerdim. “Şu ağaçların ötesi başka bir ülkedir”. Az bir zaman geçince de aynı yeri göstererek sorardım “Yaşar; orası neresi?”, dağdaki köyünden ilk kez askerlik için çıkan Yaşar, hemen esas duruşa geçer, bir süre düşünür, sonrasında ise “Orası Türkiye gomtanım” derdi.

Karakoldaki arkadaşlarım yalnız askerler değildi. Çakır isminde bir köpek yavrusu ile Babaeski’den Sabri Dayı’nın yolladığı bir de kuzumuz vardı. Çakır attığım topu havada yakalamaya çalışır, Karabaş adını verdiğim kuzu da elimden beslenmeyi severdi. İkisi oyunlar oynar, daha doğrusu Çakır oynar, Karabaş’ta buna toslarıyla karşı durmaya çalışırdı.

Fırsat buldukça kasabaya iner, askerlerim, Çakır ve Karabaş’tan oluşan dünyama yöre insanlarını da katardım. Bu insanların kahvehanelerine, meyhanelerine konuk olur onları yakından tanırdım. Sınıra yakın oluşu nedeniyle pek geleni olmayan kasabanın insanları sıcak ve içtendiler. Hepsi askerleri severdi, ama kızları daha çok severdi. Her askerin ve her postal izinin bir sahibi vardı.

Bir gün tabur komutanın karakolumuza yaklaştığı haberinin alınması üzerine, hemen herkesi bir telaş sarmıştı. Karakolun bütün kontrolleri acele olarak yapılmış, tüm nöbetçiler uyarılmış, postallar bile hemen boyanıvermişti. Kısa bir süre içince, yaklaşık 30 kişiden oluşan birliğimle komutanı karşılamaya hazırdık.

Komutanı taşıyan aracın nizamiye kapısından girdiğinin görülmesi üzerine, birliğime “Dikkatttt, Selam Dur” dedim. Girişten hemen sonra duran cipin kapısından inen komutana, üç adım kadar mesafe bırakarak selamı çaktım. Ayağının yere basmasıyla selamımı alan komutanımın güven veren gözlerine bakarak yüksek sesle hudut tekmilini okumaya başladım. “Asteğmen Ori, Asil Türk Milletinin… hudut taşlarını korumakla görevli birliğim!”dediğim anda, Karabaş kuzunun sol elimi yaladığını ve aynı anda da komutanımın gözlerinden ateşler çıktığını anladım. Devam etmekten başka yapabileceğim bir şeyin olmadığını acıyla fark ederek hızla sürdürdüm. “vatan ve millet uğruna..”. Tam durum daha kötüye gidemez diye düşünürken Çakır’ın sesi ile adeta irkildim. Hem havlıyor hem de Karabaşın kuyruğunu çekiştiriyordu. Artık komutanımla aramızdaki alanda oynuyorlardı. Çaresiz alev gibi yanan gözlere bakarak tekmilimi tamamladım. “.. seve seve can vermeye hazırdır, Komutanım”.

11 Şubat 2007

Kuzgunum Pardon Şahinim!

Günlerdir beklediğim haber hala gelmemişti. Evde telefon olmadığından iletişim de kuramıyordum. Şimdi telefon gelir düşüncesiyle bulunduğum karakoldan da uzaklaşamıyordum. Bir süre bahçede oyalanıyor gazete ya da kitap okumaya çalışıyordum ama olmuyordu. Bir kuzum ve köpeğim vardı, hediye. Bazen bunların oyunlarını izliyor, bazen de çoğu ilkokul mezunu hatta okuma yazmayı acemi birliğinde öğrenmiş olan askerlerimle sohbet ediyordum. Çok kez de karakolun muhaberat odasına gidiyor devriyedeki arkadaşları ve diğer köylerdeki iki karakolumla görüşüyordum. Tabi bu bahaneydi. Aklım hala gelmeyen haberdeydi.

Nihayet 14 Şubat sabahı beklediğim haber geldi. Telefonun diğer ucunda Erdal vardı ama hatların eski olmasından dolayı sesi duyulmuyordu. O güzel arkadaşım Uzunköprü’deki tabur merkezine telefon açmış, oradaki görevli Meriç’teki birliği, Meriç’te, karakolumun bulunduğu Küplü kasabasını arayarak bana ulaşılmıştı. Kulaktan kulağa oynadık. “Komutanım, arkadaşınız diyor ki…”.

Gelen haber üzerine hemen sivillerimi giydim. O heyecan arasında Meriç’teki komutanımdan gerekli yol iznini almayı da unutmadım. Bir taksi ile Meriç’e, minibüsle tabur merkezine ulaşıp izin belgemi kaptığım gibi ilk hareket eden İstanbul otobüsüne yolcu olmuştum. Benim tüm aceleme rağmen, geçtiğimiz köy ve kasabalarda eklenen yolcularla ve inenlerle tam bir kağnı hızı ile tamamlanmıştı yolculuk.

Yedi, sekiz saatlik bir yolculuktan sonra, O’nu gördüğümde saat 17’yi gösteriyordu. Dünya’ya merhaba diyeli 1 saat 55 dakika olmuştu. Çok çirkin bir şeydi. Küçücük kafası, muşmula gibi suratı ve birçok saçı vardı. Gözlerini bile görememiştim. Kucağıma aldığımda ellerim titriyordu. Bir tuhaf olmuştum. Daha öncede bebek kucaklamıştım ama bu bambaşka bir duyguydu. Ağzım kulaklarımda, kulaklarımın biri onda, diğeri bulutlarda, bulutlar odanın her yerinde. Saçlarına yakın alnından öptüm. Kokladım, süt kokuyordu.

Bir zaman sonra, süt kokusundan başka kokuları da bulaştırdığı bezleri alıp Erdal’la evin yolunu tuttuk. Bu büyük olayı içerek kutlamaya karar vermiştik. Bir ufak rakı yanına da mezeler aldık. Doğrusu mutluluktan ne yapacağımı bilmiyor o coşku ile evin içinde dolanıp duruyordum. Yemek yapıp sofrayı hazırlayan arkadaşıma yardım ettim. Güzel bir sofra hazırlamıştık. Beyefendimiz yarın eve gelecekti. Birden aklıma gelen bir düşünce ile sofrayı falan unuttum. Yarın için bezler yetersiz kalabilirdi. Hemen bir leğen bulup eve getirdiğim bezleri temizlemeye koyuldum. İşim çok zordu. Onca çabamın sonrasında bunu başardım tabi. Daha ilk günden babalık görevimi yerine getirmenin sevinci ile arkadaşımın yanına döndüm.

Beyefendi eve geldiğinde bezlerin hepsi yeni kokulara hazırdı. Bu durum başta beni olmak üzere herkesi mutlu etmişti. Ancak yıkarken sabun yerine deterjan kullandığımın öğrenilmesi ilk görevden çaktığımı ayan beyan ortaya çıkarmıştı.

04 Şubat 2007

Ördeklerim




İlk pantolonumu aldığım yaşlarda birkaç ördeğimiz vardı. Sonrasında bunlara yedi de şirin yavru katıldığında küçük bir ördek filomuz olmuştu. Bu filoyu meranın oradaki dereye ben mi götürürdüm yoksa doğal bir içgüdü ile kendileri mi giderdi bunu hala bilemiyorum. Onları bu yolculukta annelerinin yanı sıra kolaçan etmek ve dere kenarında saatlerce izlemek beni çok mutlu ederdi.

Gagaları ve ayakları dışında sapsarı olan yavruların vak vak seslerine, paytak paytak yürümelerine bayılırdım. Sığ suya dalarken gövdelerinin büyük kısmının dışarıda kalışı bana çok komik gelirdi. Aynı ördek yavruları gibi sapsarı olan civcivler hadi neyse onların kocaman anneleri bile bunu yapamazdı. Hazırcıydı onlar, bir tas buğdayı önlerine atsan bile vak demezlerdi. Birde ördeklerin suya dalıp yem bulduklarında neşeyle o yassı gagalarını takırdatmaları yok mu bu durum tıpkı ninemin kollu dikiş makinesine benzerdi.

Filo yorulup dinlenmeye geçtiğinde, tayfaların her biri farklı yönleri görecek şekilde yatardı. Daha güzeli de 180 derece çevrilen başlarını sırtlarına yaslayarak uyumaları idi. Derileri üzerinde taşıdıkları hava balonları ile su üzerinde batmadan durabilirler, perdeli ayakları ile de çok iyi yüzerlerdi. Kimilerimiz çirkin ördek yavrusu deyimini kullansa bile ben böyle bir yavruya hiç rastlamadım.

O gün tayfaların ilk dereye dalışlarından sonra gördüm ki hepsinin küçük sarı tüyleri ıpıslak olmuş ve çamurla lekelenmişti. Bunu görür görmez şu pantolon hikâyesinde yaşadıklarımdan olsa gerek hemen koşarak eve döndüm. Önce kümese gidip iki tavuk yumurtası kaptım, sonra da bakkala geçtim. Yumurtalara karşılık bir tane Vilma marka tarak aldım. Bu takastan gayet memnun bir şekilde yine koşarak dere kenarına indim.

O çocuk aklımla filodaki bütün tayfaların tüylerini taramıştım.