01 Haziran 2007

Mavi Karanlık

İstanbul’da su gibi geçen zaman taşrada sanki bir kaplumbağa hızıyla ilerliyordu. Yazın bunaltıcı sıcağı, küçük dertleri ile baş başa yaşayan kasaba insanlarını huzur içinde sarmalamış, sokakları alabildiğine sessiz yapmıştı. En işlek yerde sergi açan birkaç manav, açıktaki tezgahlarını korumak için güneşte durmaktan rengi kaybolmuş şemsiyelerle önlem almış ama kendileri bir çardak altına saklanmışlardı. Aynı çardak altında bekleşen kavun karpuz satıcıları ise bir bina duvarına yığılı mallarını ince kilimlerle örtmüştü. Kahvehaneler, pastaneler, bakkallar, kasaplar, manifaturacı, nalbur hepsi bir şekilde güneşin yakıcı etkisine karşı durmaya çalışıyorlardı. Miskinlik için ise yapılacak pek bir şey yoktu.

Bende bu havaya uyum sağlamış, sessiz günler geçiriyordum. Güne öğleye doğru aldığım gazete ile başlıyor, kahvaltı sonrası daha çok eğitimci arkadaşlarımın olduğu kahveye gidiyordum. Burası diğer kahvelerden farklıydı. İki satranç takımı, çok iyi oyuncuları ile bilardo masası vardı. Aksama doğru yeşillikler içindeki Santral Parka ya da tarihte ilk müzik yarışmasının düzenlendiği Suçıkan Parka giderdim. Akşamları genelde evde oluyor arada bir filme göre sinemaya gittiğim de oluyordu. Evde, sokağa bakan balkonda, annemin serdiği döşekte uyurdum. Herkes yatmaya gittiğinde balkona geçer, sokak lambasının demir aralarından sızan ışıkta kitap okuyup, radyo dinler, yıldızları seyrederek geç vakitte uykuya dalardım. Arada köye kaçar tarlada çalışır, bu dinginliğe biraz da olsa ara verirdim.

O sabah kapıyı açtığımda postacı Özgür ağabey ile burun buruna geldim. Nuray’dan beni Bodrum’a davet eden bir telgraf getirmişti. Güler’le beraber, Atatürk Caddesi’nde Mandalin Pansiyon da kalıyormuş. Bütün bedenimi bir sevinç dalgası kaplamıştı. Vedat Türkali’nin beğeni ile okumakta olduğum Mavi Karanlık romanı da Bodrum’da geçiyordu. Özgür ağabey de sevincime ortak olmuş, ikimizin de yüzünden mutluluk okunuyordu. Hep güzel haberler getirirdi. Üniversiteyi kazandığım gün ona bir horoz borçlanmıştım. Borcum borçtu. Nuray’a, kitaptaki olayların geçtiği şehre gitmeliydim, ama nasıl?

Konuyu çekinerek babama açtığımda beklediğim tepkiyi aldım. Bodrum’da ne işim varmış, para yokmuş. O kadar istiyorsam evin altında da bodrum varmış. Olmazmış. Çok canım sıkılmıştı. Bugüne kadar bir tatil istemim olmamıştı. Mutlaka Bodrum’a gitmenin bir yolunu bulmalıydım. Annemin de desteği ile akşam yemekten sonra yine Bodrum konuşuldu ama babam olmaz diyor da, başka bir şey demiyordu. Çaresizce, ikinci günde Bodrum deyince, babam “istersen git ama para veremem, oğlum” demişti. Bütün keyfim kaçmıştı. Nuray denizde beni bekliyor, bense kasabayı. Bir şey yapmalıydım. Daha önce de babam hayır demiş ama yine de çalışıp bisikletimi almış, dershane paramı ödemiştim.

Üçüncü gün akşam aklıma gelen planı uygulamak için erkenden pazara indim. Bir iki karpuz sergisini dolaşıp fiyatları öğrendim. Köyden gelen bir traktör de bulunca, beni Bodrum’a götürecek otobüsü bulmuş gibi sevindim. Traktör anlaştığımız saatte karpuz sergisine geldiğinde terazi işini de halletmiştim. Kilosu 200 liradan aldığım karpuzlarla, köye vardığımda ikindi vaktiydi. Hemen teyzemin elini öpüp, oğlu İhsan’ı sordum. İçerdeymiş. İhsan’a “çabuk, at arabasını hazırla, benimle geliyorsun” dedim. Az bir zaman sonra karpuzlarla yüklü at arabası benimle birlikte köyümün sokaklarında yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştı. “Karpuzcu geldi, karpuzcuu”, “Barabaa buğdeye karpuzz” diye bağırmaya başladım. Buğday şehirde 350 liraya satılıyordu. Hava şehirdeki gibi sıcak olmadığı için miskinliğimden eser kalmamıştı. “Karpuzcu geldi, karpuzz, barabaa buğdeyee”.

Sesimi duyan, arabayı gören kadınlar, bir teneke ya da önlüklerde taşıdıkları buğdayla gelmeye başlamışlardı. Beni görenler, “a Ori, sen misin abam?”, “maşallah”, “valla abam, seninle evlencen gadın hayatta aç kalmaz” diyerek şaşkınlıklarını belirtiyorlardı. Terazinin bir gözüne koydukları karpuz kadar, buğday veriyorlardı. Bende aldığım buğdayı arabadaki çuvala dolduruyordum. Bütün karpuzları bitirdiğimde dört çuval kadar buğdayım, biraz da param olmuştu. Sabah kasabaya giden bir traktör bulmam hiç zor olmamıştı. Buğdayı satıp, borcumu ödediğimde vakit öğleyi geçmişti.

Hemen hazırlıklarımı tamamlayıp, bulduğum ilk araçla Bodrum’a hareket ettim. Geçte olsa Nuray’a gidiyordum. Bu benim ilk tatilimdi; şu mavi karanlığı keşfetme zamanı gelmişti.

Bodrum’a vardığımda gece olmuş saat 10’u gösteriyordu. Sorduğum ilk kişiden Mandalin Pansiyon’un az ileride olduğunu öğrendim. Koşarak gittiğim pansiyonda beni bekleyen haberi ise Güler’den aldım.

Anneannesi rahatsızlanan Nuray az önce kalkan otobüsle İstanbul’a hareket etmişti.