30 Eylül 2007

Forum Tauri

Güneşin her doğuşunda sarıya boyanan eski İstanbul sokaklarının arasından yüküne göre hızlıca yürüyordu. Caddeye yaklaştıkça eski evler geride kalıyor, yakın zamanda yapılmış apartmanlar gittikçe büyüyordu. Otobüs durağına vardığında serin havaya rağmen ter içinde kalmıştı. Büfenin önünde durup, omzundaki muz kolisini yere bıraktı. Bir bilet istedi. Verilen bileti almadan önce ceplerini bir kaç kez karıştırdı. Parasını bekleyen büfeciye “Paramı evde unutmuşum. Telefon jetonu versem olur mu?” diye sordu. Onay alınca büyük jetonu uzattı. Biletle birlikte bir miktar da bozuk para veren büfeciye teşekkür etti. Beyazıt’a giden otobüs görününce koliyi kucağına aldı. Açılan kapıya gelen başka yolcu yoktu. Rahat bir hareketle bileti kutuya atıp orta kapının hemen yanındaki koltuğa oturmadan önce koliyi de yanına yerleştirdi.

Dün akşam iş dönüşü vermişti kararını. Eve gelir gelmez de satacağı kitapları raftan ayırmaya başlamıştı. Ayırdıklarının bazılarını hala okumamıştı. Ne yaptığını soran eşine “Daha önce de konuşmuştuk, biliyorsun. Yarın Beyazıt Meydanı’nda kitap satacağım.” demiş, “Satılmasını istemediklerin var mı?” diye de eklemişti. Olumsuz bir yanıt almayınca çalışmasına devam etmişti. Muz kolisine kitapları yerleştirirken, eşinin “İmzalı olanları satmıyorsun değil mi? ” uyarısını “Hiç yapar mıyım?” diye yanıtlamıştı.

Zorlamalara rağmen henüz bulvar olamamış, genişletilmiş caddeye dizili binaları, iş hanlarını, bunların arasında eğreti kalan tarihi eserleri izliyordu ki “Fazla biletiniz var mı?” sorusuyla kendine geldi. “Maalesef yok” diye yanıtladı. Yeniden dışarı bakarken büfeden yaptığı alışverişi düşündü. Paramı unuttum diyerek cebindeki jetonu vermişti. Bir gülümseme yayıldı yüzüne. Akşamı, eve dönüşü düşünüyordu. Gülümsemesi bir an donuklaşır gibi oldu. Kendi kendine “Endişeye gerek yok, yapabilirsin” dedi. İşyerinden biri görürse diye aklına gelen düşünceyi de “Görürse görür, ayıp mı? Ya ne yapacaktım?” diye uzaklaştırdı. Otobüsün meydandaki durağa yaklaşması ile karmaşık düşünceleri bırakıp iniş düğmesine bastı. Koliyi kucakladığı gibi açılan kapıdan indi.

Karşıya geçip alana doğru yürümeye başladı. Valizlerinden çıkardıkları kalitesiz saat, jilet, bebek, kazak gibi eşyaları satma derdinde turist kadınlar gördü. Zabıtalar satıcılara göz yumuyor olmalıydı. Bavullarını sürükleyen turistler geçti önünden. Park halindeki araçların arasından geçince kuş kadar kalmış olan alanı neredeyse yarılamıştı. Havuzbaşı’nın orada biraz soluklandı. Havuzun iyice azalmış kirli suyu çöp içindeydi. “Sait Faik iyi ki bunu görmüyor” diye düşündü. Yangın kulesinin rengi maviydi. Sevindi. Caminin sağ tarafında bekleşen polisleri, polis oto ve otobüslerini gördü. Sanki başka bir şehirden gelmiş gibiydiler. Cümle kapısına gelince kitapları omzundan indirip etrafı izlemeye başladı.

Üniversite kapısı çoktan güneşle buluşmuş, kütüphaneye misafirlerin gelmesine ise henüz vakit vardı. Sahaflar Çarşısı’na, Mercan’a, Şehzadebaşı’na, Gedikpaşa’ya, Laleli’ye, alanın orasından burasından, telaşlı, telaşsız geçenleri izledi bir süre. Bakışları az ilerdeki zabıta aracına takıldı. Mimarların, mühendislerin çoktan terk ettikleri bu soluk ve unutulmuş alanı onlar da birazdan terk edecek ve alan her zaman olduğu gibi işportacıların bayramına dönüşecekti. Oysa bilim ve dinin Osmanlı tarzı buluşma yeri olan bu alanın o ilk bıçak darbesini alana kadar ne kadar renkli, ne kadar canlı bir yaşamı olmalıydı.

Osmanlı elinin daha değmediği, bronz boğa başlarının bulunduğu zamanlardaki orijinal adını anımsayamadı. İçinden “Boğa Alanı” dedi. Sonraki adlarını saydı “Saman Pazarı, At Meydanı, Hergele Meydanı, Hürriyet Meydanı”. Tarihi ayaklanmalar, katliamlar yaşamış, idam sehpaları görmüş alanın adı artık kimsenin umurunda değildi.

Kapının diğer yanında kitaplarını çıkarmış satıcı ile selamlaştı. Caminin, kütüphaneye bakan kısmında sabit kitap tezgahları vardı. Kestane ağacının altında ise Çınaraltı Kahvesi. Satıcının da oluru ile çıkardığı naylonu serip kitapları üzerine yaymaya başladı. Onun “Hepsini çıkarma! Birazdan zabıta gelir, toplamak zorunda kalırsın. Öğleden sonra gider onlar” uyarısına uydu. Sergiyi açmayı yeni bitirmişti ki, genç bir kızın kitaplarını izlemesinden hoşnut oldu. Özdemir Asaf ve Edip Cansever’in iki kitabını sattığında bu iş olacak diye düşünmeye başladı. Bir sonraki müşteri de Nazım’ın ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ kitabını aldı. Keyiflenmişti, ama bu uzun sürmedi. Zabıtaların uyarısı ile kitapları toplamak zorunda kalmışlardı.

Adının Adnan olduğunu öğrendiği satıcı ile kısa konuşmalar içindeyken, geçen çay servisinden iki çay aldı. Birkaç kitap daha satsaydı ilk düşü gerçekleşmiş olacaktı. Yine de akşama kalmadan gerçekleşmiş düşleri elinde eve döneceğine inanıyordu. Kendisini tarihte, atını, ineğini satmaya gelmiş biri olarak hayal etti. İnsanların onca çalışmaya rağmen hala bir şeylerini satmak için buraya gelme nedenlerini düşündü. Onlar da kış yaşadılar elbet. Kömür almayacaklarına göre harç ve salmalardan, belki de kuraklıktan satıcı olmuşlardı.

Öğleye doğru kitapları tekrar naylonun üzerine dizdi. Yanlarına bir satıcı daha gelmişti. Önlerindeki alan ise tamamen işportacılar tarafından işgal edilmişti. Yerli ve yabancı satıcılar alanı tam bir curcunaya dönüştürmüştü. Mont, kazak, çorap, hırdavat malzemesi, muz, köfte ekmek, peynir, salam, sucuk, org, kaykay, oyuncak satanların oluşturduğu görüntü hiçbir semt pazarında bulunamazdı.

Sonradan gelen satıcı kitapların yanı sıra vaaz kasetleri de satıyordu. Bunun için çalıştırdığı teypten gelen sesin sahibini daha önce duymuştu ama sesiyle tanışması ilkti. Kah sertleşen kah ağlayan sesi istemeyerek de olsa dinliyordu. Sergisine gelenlerle birlikte kendi kitaplarına bakıyor, onlara ilgilendikleri kitaplar hakkında kısa bilgiler veriyordu. Sahaf olduğunu söyleyen biri tüm kitapları almayı teklif etti. Bunu kabul etmedi. Bir saat içinde onu aşkın kitabı zaten satmıştı. Adnan’ın da söylediği gibi, çoğunun yeni baskısı olmadığından kolay satıyordu. Satılanlar arasında basımı yasak olan Tanilli’nin ‘Uygarlık Tarihi’, üniversitenin tiyatro kolunda oynadığı tiyatro kitabı da vardı. Oysa İonesco’nun ‘Kel Şarkıcı’sını ne kadar aramıştı.

Sergiyi Adnan’a bırakıp koşar adımlarla Sahaflar Çarşısı’na yöneldi. Osmanlıdan beri yaşayan çarşıyı geçip, Fesçiler kapısından Kapalıçarşı’ya girdi. Tarihi çarşının ışıltısına takılmadan sağdaki ilk sokağa çıktı. Mağazayı eliyle koymuş gibi buldu. Raftaki bordo çantayı istedi. İçinde birçok gözü olan orta boy şirin bir çantaydı. Daha önce eşi ile birlikte gelmişti, fiyat sormasına gerek yoktu. Çanta paketi elinde sevinçle geldiği yolu geri döndü. Paketi özenle kolinin içine yerleştirdi. Adnan’dan, Bir Gün Tek Başına’nın satıldığını öğrendi.

Yandaki sergiye gösterilen aşırı ilgi dikkatini çekmişti. Kitapların hepsi yeniydi. Alınanlar Çile, Minyeli Abdullah, Bize Nasıl Kıydınız gibi kitaplardı. Teypten gelen yarı ağlamaklı ses, “Ey açılmaz kapıları açan Rabbimiz! Şimdiye kadar lütfedip açtığın binlerce kapı gibi, Ayasofya’nın paslı kilitlerinin pasını çöz” diye dua ediyordu. Tedirgin oldu. Döndü Havuzbaşı’na çevirdi bakışlarını. Hacer anayı aradı. Onun Trakya şivesi ile “Ali Sofya” demesi geldi aklına. Ne kadar doğaldı. Ali Sofya’nın paslı kilidi açılmış olsaydı, Hacer ananın İstanbul gezisi Mahmutpaşa yokuşu kadar olacaktı diye düşündü. Ayasofya, Harbiye Nezareti ve Havuzbaşı’ndan habersiz, sergilere uyanık gözlerle bakan kalabalığı izledi.

Öğleden sonra tam acıkmıştı ki eşi geldi. Birbirlerini görünce çok sevindiler. “Hoş geldin,” “Kolay gelsin” dediler. İkisinin de gözleri parlıyordu. “Sana yiyecek getirdim.” “Çok teşekkür ederim, zahmet etmişsin” derken, koliden az önce aldığı paketi çıkardı. “İyi ki doğdun canım, nice güzel yaşlara” dedi. Ellerinde paketler sarmaş dolaş oldular. Sonra paketi açan eşini izledi. Yeniden sarılan eşinin mutluluğu içini bir hoş etti, “Buraya gelmekle ne iyi etmişim” diye düşündü. Yine de alana takıldı gözleri. Kendisinin de alandaki çirkinliğe katkısı yok muydu?

Eşine, nasıl geldiğini sormadı. Yandaki sergiden gelen sesi sorgulayan bakışlarını görünce, “İrtica, acayip çalışıyor adamlar, ne yazık ki çok da ilgi görüyor” dedi. Onun “Yasak değil mi?” sorusuna gülümsedi. “Neden yasak olsun ki, sadece dua ediyor, türkü söylese hadi neyse” dedi. “Yakından baktım, meğer adını sanını duymadığım ne hocalar varmış” diye ekledi. “Adam, ilgilendiğimi görünce bir kaset hediye etmek istedi, ‘istemem’, dedim”. Birlikte aynı yöne bakarken, teypten gelen “On sekiz yıl yasaklanan ezanı hürriyete kavuşturandan Allah razı olsun” sesi üzerine eşine baktı. Donuklaştığını, yüzünün asıldığını gördü.

Onca mimar dururken, kendisini baş mimar ilan edip şehri bıçaklayan kişiyi anımsadı. O günleri kayınvalidesi anlatmıştı. Şimdiki Vatan Caddesi’nin, Oğuzhan Caddesi ile kesiştiği köşeye yakınmış evleri. Altı yıl önce borç harçla almışlar. Baş mimar caddeye geldiğinde söze bile gerek duymuyor, istimlak sırasının kime geldiğini belirtmek için burnuyla işaret etmesi yetiyormuş. Konu komşu titreşerek, sıranın kendilerine gelmemesi için dua ediyorlarmış. Ne bir ev ne de para verilmediği gibi, insanlar evlerinden apar topar çıkarılıyor, herkesin gözü önünde İstanbul cinayetleri işleniyormuş. O gün, edilen onca duaya rağmen, istimlak sırası kendilerine de gelmiş. Önce buna dayanamayan yaşlı anasını, sonrada evini kaybetmiş. Yakınlarını, evlerini, hayallerini, anılarını kaybeden, sokağa atılan insanlar bu kez beddua eder olmuşlar. Ona göre baş mimarın geçirdiği uçak kazasının nedeni de buydu.

İnanılır gibi değildi. Tarihi dokunun karnı ortadan yarılmış, eski evler, asırlık eserler, meydanlar yok edilmişti. Hilton, Divan gibi oteller yapılırken, zaten göç almaya başlayan şehrin tüm kapıları ardına kadar açılıvermişti. Artık, Şehri İstanbul çarpık kentleşme için hazırdı. Yaşanan bu kıyıma ne muhalefetin, ne basının, ne de özerklik peşindeki üniversitelerin sesi çıkmıştı.

Eşine bakıp bunları düşünürken, kalabalık iyice artmış, etraftan gelen sesler bir uğultuya dönüşmüştü. Genç biri kitaplara bakıyordu. İsmail Tunalı’nın ‘Estetik’ eserini incelediğini görünce “Öğrenci misiniz?” diye laf attı delikanlıya. Beklediği yanıtı alınca, bölümünü sordu. Mimarlıkta okuduğunu duyunca heyecanlandı. “Size bir şey sormak istiyorum, biliyor olmalısınız.” Kitapla ilgilenmeyi bırakıp, merakla kendine bakan delikanlıya, “Bu meydanın tarihteki adı nedir?” diye sordu. “Tarihteki adı mı?” diye soruyu yinelemesi ve yanıtı tez oldu. Bilmiyordu. “Çok mu önemli, neden sordunuz?” dedi. Üzüntüsünü belli etmemeye çalışarak; “Yok yok, önemli değil, az önce birisi sormuştu da” dedi. Hediye etmekten vazgeçtiği kitabın fiyatı sorulunca yüksek bir fiyat söyledi.

Mimar adayı uzaklaşırken, eşine “Hadi gidelim” dedi.