20 Mayıs 2007

Emek Sineması

Yetmişli yılların başlarında seyyar sinemacının film makinesini babam alınca köyümüzün salonu olmayan bir sineması olmuştu. Adı da Emek Sinemasıydı. Babam filmleri kışın kahvede, yazın evimizin çalılarla çevrili bahçesinde oynatırdı. Bahçede film gösterildiğinde kadınlarda filmi izleyebilirdi. Normalde 50 kuruş olan biletler kadınlar ve çocuklar için 25 kuruştu. Film başladıktan sonra kapıda kim varsa, ne kadar parası kalmışsa, onları da içeri alırdı babam. Akşam oynayan filmlerin dedikodularından etkilenen çobanlara da evin içinde ayrı bir gösteri düzenlenirdi.

En yakını seksen kilometre uzakta olan illerden kiralanan film köyde gösterildikten sonra, komşu köylere olan yolculuğuna başlardı. Bir öğle vakti yola çıkan at arabası “Mühür Gözlüm” ya da “Allı Turnam” türküleri eşliğinde, buğday, pancar, haşhaş tarlalarının arasından yavaş yavaş ilerlerdi. Arabada çoğunlukla Yılmaz Güney, bazen Fikret Hakan, Ayhan Işık, Sadri Alışık ve Cüneyt Arkın olurdu. Film değişim zamanı gelip çattığında, oyuncular köyden geçen trenle kasabanın yolunu tutar, bu kez de cezaevinde gösteri yaparlardı.

Sinema ile ilk tanışmam samanlıktan bozma, sonradan ahır olarak kullanılan bir yerde olmuştu. Üstü kamışla kaplı, toprakla örtülü, kerpiçten yapılmış bu yere Elif ablamla gitmiştim. Duvara iplerle gerilmiş bir çarşaf beyaz perde işini görüyordu. Düzgün kesilmiş kütüklerin üzerine konulan tahtalar da seyircilerin oturma yeriydi. Sinemada Ayşecik filmi oynuyordu.

Köy meydanına bakan, amcamın berber dükkanına ait duvara film afişlerini asma görevi bana aitti. Dükkanın penceresine çıkıp, demir parmaklıklara tutunarak yapardım bu işi. Afiş astığımı gören çocuklar hemen yanıma gelir, yoldan geçen kim olursa mutlaka durup beni seyrederdi. Ben de sanki okul direğine bayrak çekiyormuşum gibi işimi yavaş yavaş bitirirdim.

İlk yaptığım sinema duyurusunu, filmin gösterimi sırasında ve sonrasındayaşananları hiç unutamam.“Sayın sinemasever Yeşilhüyük halkına. Emek Sineması bu akşam, başrollerde Yılmaz Güney ve Pervin Par’ın oynadığı Hudutların Kanunu adlı muhteşem filmi gururla sunar. Senenin en güzel filminde ayrıca Erol Taş, Tuncel Kurtiz, Osman Alyanak ve Atilla Ergün oynamaktadır. Bütün sinemaseverlere duyurulur.” Israrlarım üzerine babam duyuruyu yapmam için mikrofonu bana vermişti. Filmin afişinde yazılanları ezbere bilmeme rağmen sesimin titremesini engel olamamış, çok heyecanlanmıştım.

Gösteri saati geldiğinde evimizin bahçesinin seyircilerle hınca hınç dolması beni çok sevindirmişti. Film güneydoğuda geçmekteydi. Toprağın verimsiz ve nerdeyse geçimin tek kaçakçılıkla sağlandığı bir sınır kasabasında yaşayan Hıdır'ın (Yılmaz Güney) kaçakçı olmamak için verdiği direnişi anlatıyordu film. Hıdır'ın kaçakcı Erol Taş yani Ali Cello ile silahlı bir çatışma sahnesi vardır. İşte tam bu sahne gösterilirken izleyicilerden Sülük Ahmet "Ülen bu Erol Taş geçen gün ölmedi mi? Şimdi ben vurmazsam anam avradım olsun" diye bağırarak ayağa kalkmış, tabancasını perdeye tutarak iki el de ateş etmişti. Çığlık çığlığa kaçanlara aldırmayan Eyüp Dayı onu kolundan tutmuş "otursana lan yerine Sülük, bu bir film, gerçek değil" demişti de, film kısa bir aradan sonra devam edebilmişti.

Ertesi sabah okulda önde kızlar olmak üzere, sınıf sınıf sıra olmuştuk. Müdür İstiklal Marşı’ndan sonra “akşam sinemaya gidenler buraya gelsin” deyince olacakları anlamıştım. Sıradan çıkıp, denileni yapmaktan, benim gibi çıkan birkaç öğrenciye katılmaktan başka çarem yoktu.

Sinemaya gitmek yasaktı ama ben gitmemiştim ki. Sinema bizim evdeydi. Yine de dayak yemekten kurtulamamıştım.

18 yorum:

Adsız dedi ki...

Çok ara verdin çookkk..Güzel yazıların için teşekkürler...Kolay gelsin

Sem dedi ki...

Ori, '10 Dakika Ara' gibi yaptın ama dönüşün muhteşem oldu. Zamanlama da anlamlı! Fatih Akın'ın son filmiyle yarışmaya katılacağı 2007 Cannes Film Festivaline denk getirmişsin. Tebriklerrrrrrr

Yazı hakkında detaylı yorumlarımı sonraya saklıyorum:)))

Adsız dedi ki...

ayyyy yaziiik demeden edemedim en sonunda, yav ne gunahi var cocuklarin :) cok sevimli bir hikaye....film icinde film gibi hissettim...

Sem dedi ki...

Tekrarlısından selamlar! Yazinin nostaljik havasını afiş ve Sadri Alışık'ın beyaz perdedeki görünümü ile tamamlamışsın. Geçenlerde eski film afişlerinin 115 YTL'ye satıldığını duydum. Elinde kaldıysa köşeyi hemencecik dönebilirsin, benden söylemesi. Yazıyı okuyunca ne kadar güzel çocukluk anılarının olduğunu düşünüp imrendim doğrusu; gerçi öykünün sonu bu seferde hocandan yediğin dayakla bitmiş. Hoca mutlaka rakip sinemanın adamıdır dedim ama. Bazı insanlar böyle işte, bulundukları mertebeyi kendi sapıklıkları için kullanabiliyorlar.

Babanı takdir ettim. O yıllarda köylere, kasabalara ve hatta cezaevlerine Yılmaz Güney, Fikret Hakan, Ayhan Işık gibi isimleri taşımak her babayiği de nasip olmaz. Hemde bunu güzel türküler eşliğinde yapmak. Senin türküseverliğinin taa o zamandan tohumları atılmış bence:)) Neden aktristleride taşımadı acaba? Yoksa o taşıdı da senmi yazmadın. Eğer öyleyse durum, hemen cık cık olmamış yapıyorum.

Umarım bu sinemacılık deneyimlerinizle ilgili diğer hikayeleri de okuruz bu sayfalardan. Rastgele..

Adsız dedi ki...

Gene çok güzel bir yazı olmuş, kutlarım. Sülük Ahmet'e çok güldüm. Erol Taş için bu tür davranışlar olağan bir şey olmuş. Kendisinin devamlı anlattığı bir anektodu varmış: filmlerinde çizdiği kötü karakterlerden çok etkilenen bir kısım vatandaş bir gün kendisini taşlamaya başlamış. Oda 'bana taş değil, ekmek atıyorsunuz, ekmek' demiş.Sinemaya başlayışı bile bir garip olmuş. Bir fabrikada calisirken, ogle aralarinda Lütfü Akad'in setini izlemeye gitmiş ama uslu durmamış. Sette bir kaç kişiyi dövdüğünde Akad, gel bunu filmlerde yap, hem terapi olur hem para kazanırsın demiş:) Rahat uyusun diyorum. Kim onun gibi but yiyip, ayran içip niahhahahahaaaaaaaaaa diye kahkaka atabilir?:)) Gerçi sinema dünyasına ilk girişiyle ilgili söylediğimle çelişir gibi görünecek ama kendisinin çok iyi yürekli ve insan canlısı biri olduğu söylenir. Bunları ve çocuklumun yaz sinemalarını hatırlattığın için teşekkürler.

jupiter dedi ki...

şerefsiz müdür...

bu güne kadar şerefli okul müdürüne rastlamadım. hep böyle oluyorlar. ama şerefli müdür yardımcısına rastladım:)

yaw bu adam kim oluyor da dövüyor sinemaya gidenleri. okul dışından ona ne, neden kimse birşey söylemiyor o psikopata? Bu güzel yazının sonunda o kadar sinirlendim ki keşke sülük ahmet erol taş yerine sizin müdürü vursaymış diyorum.

Adsız dedi ki...

Jüpiter'e katılıyorum...
evet şerrefsiz müdür...
Ayrıca daha da genişletip dayakçı tüm müdürleri,öğretmenleri,kocaları,ebeveynleri...lanetliyorum...
Ve yazına gelince en az eski türk filmlerini ve çoğu artık hayatta olmayan oyuncuları izlerken aldığım keyfi yaşadım.Bahçesine sinema kurulan bir evin çocuğu olmak da havalı bişey olsa gerek sonunda dayak olmasaydı(şerrefsiz müdür)
sevgiler...

Adsız dedi ki...

Kısa bir aradan sonra yazılarınızla tekrar buluştuk.
inanın şu yazılarınızı okudukça köyünüzü çok merak etmeye başladım.
sizin bu çocukluğunuzda geçirdiğiniz günler bence kesinlikle çok keyifliymiş,
heleki insanın bahçesinde sineme salonu olması ayrı bir zevk, tabiki, ayrıca çocukluğunda bahçesinde sineme salonu olan birisi için plazmalar ve dev ekranlar şu anda hiç yabancı gelmiyordur size,
çünkü siz zaten bunlara çocukluğunuzda sahipmişsiniz,
şaka bir yana gerçekten güzel bi yazı, hikaye içinde eski sanatçılarıda anma fırsatını bulmuşuz , bu da güzel olmuş,
Erol taş ile karşılaşmak için çocukluğumda babamla beraber cankurtarandaki kahvehanesine gittik ama o gün yoktu,
kendisine sevdiğimden dolayı gitmemiştim aslında sadece merak ediyordum hakikaten kötümü diye,
yazılarınızın devamını bekliyoruz ama bu kadar da ara vermeyin, lütfen,

Adsız dedi ki...

Hay Allah bu dayak işi de beni acıtmaya başladı.Nasıl da acizlik belirtisi.Ne diye insanlara hizmet edenlere,ister çocuk ister yetişkin olsun,böyle davranılır ki!!
Babanı takdir etmemekte olanaksız gibi ,1970'li yıllarda bırak sinema salonunu bir de kadınların da bu hizmetten yararlanması ve hatta çobanların da bu filmleri ki evinizde izleyebilmesi azımsanacak bir olay olamasa gerek.Ori'cim çok şanslısın ki böyle bir babaya sahip olmuşsun.
Senin de olayı anlatma becerin göz ardı edilecek gibi değil,çok güzel bir anlatımın olmuş.Eline ,anılarına,anlatış biçimine sağlık.Yurda.

Sem dedi ki...

Cengiz öyle görünüyor ki sen eski İstanbul'lulardansın; blogum icin bilgi gerektiginde sana danışacağım haberin olsun:) Cankurtaran'a Hıdırellez icin gittiğimizde bizde tesadüfen görmüştük o kahvehaneyi. Aslında o kahvenin karşısındaki kahvenin duvarında Erol Taş'a benzeyen kocaman bir resim görünce durup kahveden içeri bakmıştım sonrada başımızı sağa çevirdiğimzde kahveyi görmüştük. Dışardaki cıvıl cıvıl Hıdırellez havasını bırakıp içeri girmemiştik ama:( Yerini çok beğenmiştim, Cankurtaran tren istasyonun arkasından Marmara'yiı görebileceğin bir mekana benziyor. Başka bir zaman gelir nostaljik havasında bi Erol Taş çay içişi yaparız demiştik. Bunu yaptığımda tüm detaylarıyla anlatacağımdan emin olabilrisin. Orada babasıyla Erol Taş'ı hakkaten kötümü diye gelmiş çocuğu görürsem selamını iletirim:)))

Adsız dedi ki...

tamam selamımı iletin, çok sevinirim, bu arada bence bir sonraki yazınız da EROL TAŞ gerçekten TAŞ kalplimiydi adlı bir yazı olmalı.
NİTEKİM görüldüğü üzere bunu merak eden bir sürü insan var,
yazılarınızda başarılar,

Sem dedi ki...

Cengiz, walla bir gün giderim diyodum o kahvehaneye ama artik biran önce gitmem şart oldu. Tabi sadece kahvehaneye gidip bir iki kişiyle konuşmakta yeterli olmıyacak biraz da araştırma gerekecek ama olsun zevkli olacak. Çocukluğumuzun nefretlerinden biri olan kişinin, beyazperde de çizdiği kötü karakterin arkasında nasıl bir insan varı araştırmak ilginç olacak benim için. Hemde senin çocukluk merakın geçmiş olacak:)) Sana blogcu sözü veriyorum bu konuda:))

Unknown dedi ki...

Erol Taşı tanıma şansına sahip olanlardan biriyim, bence hiç zaman kaybetmeden kahvesine gidip kendisiyle ilgili çok detaylı bilgileri alabilirsiniz onu seven dostlarından..bu yazıyla çocukluğumda, ağbimim sinemada çalıştığı dönemlerde sinemaya kaçak girdiğim günleri hatırladım.Kaçak film seyrettiğim için müdürlerim tarafından dövülmedim ama sinema sahibi tarafından kulaklarımdan tutulup dışarı atıldığımı iyi hatırlıyorum.:))

Adsız dedi ki...

Açık sinemalar yanlış hatırlamıyorsam yetmişli yıllarda çok popülerdi ve bizimde bahçemiz içinde de yazlık bir sinemamız vardı.İşte Orhan Gencebay,Erol Evgin, Yılmaz Güney, daha birçok şarkıcı ve sinema oyuncusunun başrollerini paylaştıkları filmleri huşu içerisinde her akşam bıkmadan izlerdik. Bizim eve televizyon oldukça geç girmişti, ama babam esnaflıkta kafasını iyi çalıştıran bir adamdı ve o dönem bu işin popüler olduğunu hemen sezinlemişti. Diğer sinemalar yani rakiplerimiz cadde üzerinde olup, daha çok dikkat çektiğinden, babam ve erkek kardeşlerim sinemaya gelenlere çekilişle o dönemin popüler plaklarından ödül verirlerdi. Bir komşumuz vardı hiç unutmam şezlongu ile gelirdi.
Akşamları film başlamadan yarım saat kadar önce müzik yayını olurdu.
Yani çocukluğumuzda henüz teknolojinin bugün bize sunduğu hiç bir şey henüz mevcut değildi ve o zaman diliminde inanılmaz keyifli zamanlaryaşadım kendimce
Sizin anlattıklarınız beni aldı ve o dönemlere götürdü,teşekkürler..

Adsız dedi ki...

Anılarına kuvvet güzel yazıların için. Bizim bahçemiz yazlık sinemaya bitişikti ama bahçeden sinemanın seslerini duyabiliyor ama beyaz perdenin arkası olduğumuz için hiç birşey göremiyorduk. Yan komşumuzun ise koskocaman bahçesi vardı ve oradan perdeyi görmek mümkündü. Akşamları tüm mahalle halkı oraya doluşur bahçeden filmi seyrederdik. Tabi herşey çok ince gözüktüğü için Necdet Tosun bile tığ gibi gözükürdü:) Benim en çok sevdiğim seyretme yeri armut ağacı idi. Armut ağacının tepesine çıkar hem armut yer hem de film seyrederdim. Ara verildiğinde aydınlıkta beni içerdeki seyirciler görmesin diye hemen ağactan inerdim. Ne yalan söyleyim bu zorluklara rağmen genede o bahçeden film seyretmesi çok zevkliydi. Şimdi o sinemanın yerinde bir taş yığını, bir apartman duruyor. Bense orayı her gördüğümde çocukluğumun yazlarını, orda gördüğüm filmleri hatırlıyorum. İşte bana da yazının hatırlattığı bu güzellikler oldu. Sağolasın.

Adsız dedi ki...

yazın bana eski sinamaların tadını güzelliğini anımsattı.Sinamaya gitmek için mahalleli önceden anlaşılır ve çoluk çocuk gidilirdi.Çocuklar orada gozoz içerlerdi.Şimdi o tat ve güzellik yok. Ah...! ah nerede o eski filmler nerede o yazlık sinama keyfi? Bana bunu anımsattığın için teşekkürler .meral

Adsız dedi ki...

oral amca aslında ben buraya yorum yazmaya gelmedim!!!benim kuzenim konservatuar da okumak istiyormus.ben de ozi abimden bahsettim ozi abi oradaysa msn de konusalım msn adresim (melih_esen@fenerbahce.fb) kuzi
minki(aydankaradas248@hotmail.com) TAMAMMI FENERBAHÇELİ

sema dedi ki...

Bunun üzerine seninle daha önce yorum yapmıştım, o yüzden yazmıyorum:-) Ama kuzum sen FENERBAHÇE'limisin??? GÖKYÜZÜ:-)