30 Eylül 2007

Forum Tauri

Güneşin her doğuşunda sarıya boyanan eski İstanbul sokaklarının arasından yüküne göre hızlıca yürüyordu. Caddeye yaklaştıkça eski evler geride kalıyor, yakın zamanda yapılmış apartmanlar gittikçe büyüyordu. Otobüs durağına vardığında serin havaya rağmen ter içinde kalmıştı. Büfenin önünde durup, omzundaki muz kolisini yere bıraktı. Bir bilet istedi. Verilen bileti almadan önce ceplerini bir kaç kez karıştırdı. Parasını bekleyen büfeciye “Paramı evde unutmuşum. Telefon jetonu versem olur mu?” diye sordu. Onay alınca büyük jetonu uzattı. Biletle birlikte bir miktar da bozuk para veren büfeciye teşekkür etti. Beyazıt’a giden otobüs görününce koliyi kucağına aldı. Açılan kapıya gelen başka yolcu yoktu. Rahat bir hareketle bileti kutuya atıp orta kapının hemen yanındaki koltuğa oturmadan önce koliyi de yanına yerleştirdi.

Dün akşam iş dönüşü vermişti kararını. Eve gelir gelmez de satacağı kitapları raftan ayırmaya başlamıştı. Ayırdıklarının bazılarını hala okumamıştı. Ne yaptığını soran eşine “Daha önce de konuşmuştuk, biliyorsun. Yarın Beyazıt Meydanı’nda kitap satacağım.” demiş, “Satılmasını istemediklerin var mı?” diye de eklemişti. Olumsuz bir yanıt almayınca çalışmasına devam etmişti. Muz kolisine kitapları yerleştirirken, eşinin “İmzalı olanları satmıyorsun değil mi? ” uyarısını “Hiç yapar mıyım?” diye yanıtlamıştı.

Zorlamalara rağmen henüz bulvar olamamış, genişletilmiş caddeye dizili binaları, iş hanlarını, bunların arasında eğreti kalan tarihi eserleri izliyordu ki “Fazla biletiniz var mı?” sorusuyla kendine geldi. “Maalesef yok” diye yanıtladı. Yeniden dışarı bakarken büfeden yaptığı alışverişi düşündü. Paramı unuttum diyerek cebindeki jetonu vermişti. Bir gülümseme yayıldı yüzüne. Akşamı, eve dönüşü düşünüyordu. Gülümsemesi bir an donuklaşır gibi oldu. Kendi kendine “Endişeye gerek yok, yapabilirsin” dedi. İşyerinden biri görürse diye aklına gelen düşünceyi de “Görürse görür, ayıp mı? Ya ne yapacaktım?” diye uzaklaştırdı. Otobüsün meydandaki durağa yaklaşması ile karmaşık düşünceleri bırakıp iniş düğmesine bastı. Koliyi kucakladığı gibi açılan kapıdan indi.

Karşıya geçip alana doğru yürümeye başladı. Valizlerinden çıkardıkları kalitesiz saat, jilet, bebek, kazak gibi eşyaları satma derdinde turist kadınlar gördü. Zabıtalar satıcılara göz yumuyor olmalıydı. Bavullarını sürükleyen turistler geçti önünden. Park halindeki araçların arasından geçince kuş kadar kalmış olan alanı neredeyse yarılamıştı. Havuzbaşı’nın orada biraz soluklandı. Havuzun iyice azalmış kirli suyu çöp içindeydi. “Sait Faik iyi ki bunu görmüyor” diye düşündü. Yangın kulesinin rengi maviydi. Sevindi. Caminin sağ tarafında bekleşen polisleri, polis oto ve otobüslerini gördü. Sanki başka bir şehirden gelmiş gibiydiler. Cümle kapısına gelince kitapları omzundan indirip etrafı izlemeye başladı.

Üniversite kapısı çoktan güneşle buluşmuş, kütüphaneye misafirlerin gelmesine ise henüz vakit vardı. Sahaflar Çarşısı’na, Mercan’a, Şehzadebaşı’na, Gedikpaşa’ya, Laleli’ye, alanın orasından burasından, telaşlı, telaşsız geçenleri izledi bir süre. Bakışları az ilerdeki zabıta aracına takıldı. Mimarların, mühendislerin çoktan terk ettikleri bu soluk ve unutulmuş alanı onlar da birazdan terk edecek ve alan her zaman olduğu gibi işportacıların bayramına dönüşecekti. Oysa bilim ve dinin Osmanlı tarzı buluşma yeri olan bu alanın o ilk bıçak darbesini alana kadar ne kadar renkli, ne kadar canlı bir yaşamı olmalıydı.

Osmanlı elinin daha değmediği, bronz boğa başlarının bulunduğu zamanlardaki orijinal adını anımsayamadı. İçinden “Boğa Alanı” dedi. Sonraki adlarını saydı “Saman Pazarı, At Meydanı, Hergele Meydanı, Hürriyet Meydanı”. Tarihi ayaklanmalar, katliamlar yaşamış, idam sehpaları görmüş alanın adı artık kimsenin umurunda değildi.

Kapının diğer yanında kitaplarını çıkarmış satıcı ile selamlaştı. Caminin, kütüphaneye bakan kısmında sabit kitap tezgahları vardı. Kestane ağacının altında ise Çınaraltı Kahvesi. Satıcının da oluru ile çıkardığı naylonu serip kitapları üzerine yaymaya başladı. Onun “Hepsini çıkarma! Birazdan zabıta gelir, toplamak zorunda kalırsın. Öğleden sonra gider onlar” uyarısına uydu. Sergiyi açmayı yeni bitirmişti ki, genç bir kızın kitaplarını izlemesinden hoşnut oldu. Özdemir Asaf ve Edip Cansever’in iki kitabını sattığında bu iş olacak diye düşünmeye başladı. Bir sonraki müşteri de Nazım’ın ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ kitabını aldı. Keyiflenmişti, ama bu uzun sürmedi. Zabıtaların uyarısı ile kitapları toplamak zorunda kalmışlardı.

Adının Adnan olduğunu öğrendiği satıcı ile kısa konuşmalar içindeyken, geçen çay servisinden iki çay aldı. Birkaç kitap daha satsaydı ilk düşü gerçekleşmiş olacaktı. Yine de akşama kalmadan gerçekleşmiş düşleri elinde eve döneceğine inanıyordu. Kendisini tarihte, atını, ineğini satmaya gelmiş biri olarak hayal etti. İnsanların onca çalışmaya rağmen hala bir şeylerini satmak için buraya gelme nedenlerini düşündü. Onlar da kış yaşadılar elbet. Kömür almayacaklarına göre harç ve salmalardan, belki de kuraklıktan satıcı olmuşlardı.

Öğleye doğru kitapları tekrar naylonun üzerine dizdi. Yanlarına bir satıcı daha gelmişti. Önlerindeki alan ise tamamen işportacılar tarafından işgal edilmişti. Yerli ve yabancı satıcılar alanı tam bir curcunaya dönüştürmüştü. Mont, kazak, çorap, hırdavat malzemesi, muz, köfte ekmek, peynir, salam, sucuk, org, kaykay, oyuncak satanların oluşturduğu görüntü hiçbir semt pazarında bulunamazdı.

Sonradan gelen satıcı kitapların yanı sıra vaaz kasetleri de satıyordu. Bunun için çalıştırdığı teypten gelen sesin sahibini daha önce duymuştu ama sesiyle tanışması ilkti. Kah sertleşen kah ağlayan sesi istemeyerek de olsa dinliyordu. Sergisine gelenlerle birlikte kendi kitaplarına bakıyor, onlara ilgilendikleri kitaplar hakkında kısa bilgiler veriyordu. Sahaf olduğunu söyleyen biri tüm kitapları almayı teklif etti. Bunu kabul etmedi. Bir saat içinde onu aşkın kitabı zaten satmıştı. Adnan’ın da söylediği gibi, çoğunun yeni baskısı olmadığından kolay satıyordu. Satılanlar arasında basımı yasak olan Tanilli’nin ‘Uygarlık Tarihi’, üniversitenin tiyatro kolunda oynadığı tiyatro kitabı da vardı. Oysa İonesco’nun ‘Kel Şarkıcı’sını ne kadar aramıştı.

Sergiyi Adnan’a bırakıp koşar adımlarla Sahaflar Çarşısı’na yöneldi. Osmanlıdan beri yaşayan çarşıyı geçip, Fesçiler kapısından Kapalıçarşı’ya girdi. Tarihi çarşının ışıltısına takılmadan sağdaki ilk sokağa çıktı. Mağazayı eliyle koymuş gibi buldu. Raftaki bordo çantayı istedi. İçinde birçok gözü olan orta boy şirin bir çantaydı. Daha önce eşi ile birlikte gelmişti, fiyat sormasına gerek yoktu. Çanta paketi elinde sevinçle geldiği yolu geri döndü. Paketi özenle kolinin içine yerleştirdi. Adnan’dan, Bir Gün Tek Başına’nın satıldığını öğrendi.

Yandaki sergiye gösterilen aşırı ilgi dikkatini çekmişti. Kitapların hepsi yeniydi. Alınanlar Çile, Minyeli Abdullah, Bize Nasıl Kıydınız gibi kitaplardı. Teypten gelen yarı ağlamaklı ses, “Ey açılmaz kapıları açan Rabbimiz! Şimdiye kadar lütfedip açtığın binlerce kapı gibi, Ayasofya’nın paslı kilitlerinin pasını çöz” diye dua ediyordu. Tedirgin oldu. Döndü Havuzbaşı’na çevirdi bakışlarını. Hacer anayı aradı. Onun Trakya şivesi ile “Ali Sofya” demesi geldi aklına. Ne kadar doğaldı. Ali Sofya’nın paslı kilidi açılmış olsaydı, Hacer ananın İstanbul gezisi Mahmutpaşa yokuşu kadar olacaktı diye düşündü. Ayasofya, Harbiye Nezareti ve Havuzbaşı’ndan habersiz, sergilere uyanık gözlerle bakan kalabalığı izledi.

Öğleden sonra tam acıkmıştı ki eşi geldi. Birbirlerini görünce çok sevindiler. “Hoş geldin,” “Kolay gelsin” dediler. İkisinin de gözleri parlıyordu. “Sana yiyecek getirdim.” “Çok teşekkür ederim, zahmet etmişsin” derken, koliden az önce aldığı paketi çıkardı. “İyi ki doğdun canım, nice güzel yaşlara” dedi. Ellerinde paketler sarmaş dolaş oldular. Sonra paketi açan eşini izledi. Yeniden sarılan eşinin mutluluğu içini bir hoş etti, “Buraya gelmekle ne iyi etmişim” diye düşündü. Yine de alana takıldı gözleri. Kendisinin de alandaki çirkinliğe katkısı yok muydu?

Eşine, nasıl geldiğini sormadı. Yandaki sergiden gelen sesi sorgulayan bakışlarını görünce, “İrtica, acayip çalışıyor adamlar, ne yazık ki çok da ilgi görüyor” dedi. Onun “Yasak değil mi?” sorusuna gülümsedi. “Neden yasak olsun ki, sadece dua ediyor, türkü söylese hadi neyse” dedi. “Yakından baktım, meğer adını sanını duymadığım ne hocalar varmış” diye ekledi. “Adam, ilgilendiğimi görünce bir kaset hediye etmek istedi, ‘istemem’, dedim”. Birlikte aynı yöne bakarken, teypten gelen “On sekiz yıl yasaklanan ezanı hürriyete kavuşturandan Allah razı olsun” sesi üzerine eşine baktı. Donuklaştığını, yüzünün asıldığını gördü.

Onca mimar dururken, kendisini baş mimar ilan edip şehri bıçaklayan kişiyi anımsadı. O günleri kayınvalidesi anlatmıştı. Şimdiki Vatan Caddesi’nin, Oğuzhan Caddesi ile kesiştiği köşeye yakınmış evleri. Altı yıl önce borç harçla almışlar. Baş mimar caddeye geldiğinde söze bile gerek duymuyor, istimlak sırasının kime geldiğini belirtmek için burnuyla işaret etmesi yetiyormuş. Konu komşu titreşerek, sıranın kendilerine gelmemesi için dua ediyorlarmış. Ne bir ev ne de para verilmediği gibi, insanlar evlerinden apar topar çıkarılıyor, herkesin gözü önünde İstanbul cinayetleri işleniyormuş. O gün, edilen onca duaya rağmen, istimlak sırası kendilerine de gelmiş. Önce buna dayanamayan yaşlı anasını, sonrada evini kaybetmiş. Yakınlarını, evlerini, hayallerini, anılarını kaybeden, sokağa atılan insanlar bu kez beddua eder olmuşlar. Ona göre baş mimarın geçirdiği uçak kazasının nedeni de buydu.

İnanılır gibi değildi. Tarihi dokunun karnı ortadan yarılmış, eski evler, asırlık eserler, meydanlar yok edilmişti. Hilton, Divan gibi oteller yapılırken, zaten göç almaya başlayan şehrin tüm kapıları ardına kadar açılıvermişti. Artık, Şehri İstanbul çarpık kentleşme için hazırdı. Yaşanan bu kıyıma ne muhalefetin, ne basının, ne de özerklik peşindeki üniversitelerin sesi çıkmıştı.

Eşine bakıp bunları düşünürken, kalabalık iyice artmış, etraftan gelen sesler bir uğultuya dönüşmüştü. Genç biri kitaplara bakıyordu. İsmail Tunalı’nın ‘Estetik’ eserini incelediğini görünce “Öğrenci misiniz?” diye laf attı delikanlıya. Beklediği yanıtı alınca, bölümünü sordu. Mimarlıkta okuduğunu duyunca heyecanlandı. “Size bir şey sormak istiyorum, biliyor olmalısınız.” Kitapla ilgilenmeyi bırakıp, merakla kendine bakan delikanlıya, “Bu meydanın tarihteki adı nedir?” diye sordu. “Tarihteki adı mı?” diye soruyu yinelemesi ve yanıtı tez oldu. Bilmiyordu. “Çok mu önemli, neden sordunuz?” dedi. Üzüntüsünü belli etmemeye çalışarak; “Yok yok, önemli değil, az önce birisi sormuştu da” dedi. Hediye etmekten vazgeçtiği kitabın fiyatı sorulunca yüksek bir fiyat söyledi.

Mimar adayı uzaklaşırken, eşine “Hadi gidelim” dedi.

22 yorum:

Sem dedi ki...

Yıllarca hasretiyle yaşadığım, sonunda evim yaptığım, bu çok sevdiğim şehrin başından geçen kıyımları hatırlamak hüzünlerdi beni. Yazında eriştiğin ustalık ise çok sevindirici. Şehri, tarihini, eserlerini, politikacılarını ve insanlarını çok çarpıcı bir dille anlatmışsın. Hele şehrin sanatçıları. Onlar yazdıkça, yazanlara yenilerini eklendikçe daha umutlu daha güzel oluyor yaşamak bu şehirde.

‘Ali Sofya’yı çok sevdim bu arada:))

gülçin dedi ki...

çok güzel, çok ince, çok duygulu olmuş oricim;m ellerine, yüreğine sağlık.

Adsız dedi ki...

Merhaba Oricim...Bu kutuya uğramayalı epey oldu, özlemişim...Hikayeni okuyunca evveeett işte budur! demek istedim:)) Ceviz zamanı da geçmek üzereydi zaten isabet olmuş bu yazı valla...
İstanbul'u çok iyi bilmiyorum,komşu şehirden zaman zaman keşfe gelerek tanımaya çalışıyorum ve yavaş yavaş seviyorum...Yazınla birlikte pekçok şey de öğrendim bu şehre dair.Çınaraltı kahvesinde çay içip, meydanı dolaştım.Yandaki sergiyi geçip sevdiğim kitapların çoğunun olduğu sergiye takılıp kaldım.Yeşilçam Dedikleri Türkiye'yi görünce hemen aldım.Hüzün yüzlü sevecen adam, bana daha önce görmediğim 'ORİNİN SEYİR DEFTERİ' diye bi kitap hediye etti.Teşekkür edip sıcacık bi gülümsemeyle meydandan ayrıldım...
Kitap tam seyirlikmiş tavsiye ederim:))
sevgiler...

Adsız dedi ki...

kahramanı sanki tanıyor gibi oldum kaynağına sordum doğrudur dedi.zaten ben tahmin etmiştim
bu işi yapsa yapsa ori yapar dedidim.yazı güzel.o zamanki istanbul da güzel idi.şimdiki i
stanbul sanırım çok farklı.suç makinalarının barındığı bir karanlık şehir adeta.hep eski istanbulu düşünüyorum mazide kalmış bile olsalar.hele eski siyah beyaz türk filmlerindeki istanbul a bayılıyorum.hoşçakal..beyzo

yurdanur dedi ki...

Ne kadar iç içe geçmiş konu var!
İnce hesaplarla kaderine boyun eğen tarihi kıyımlar mı!
Duygu yüklü,kalbi sevgi dolu ve bu sevgisini her an,her şekilde hissettirmeye hazır,hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan ve kendisi için çok değerli olan şeyleri bile elinden çıkarabilen değerli insan mı!Alışveriş dönüşü satılan kitabın ''Bir Gün Tek Başına''olma tesadüfü mü!
Yoksa bugünlerde yaşadığımız siyasi kargaşaya içten içten başkaldırış mı!
Bir de mimar adayına satılmayan kitabın ''hakedenlere''bize böylesi mi!
Bu hikayenle kitaplarını okumaya adım adım yaklaşıyormuşuz izlenimine kapıldım.Okurken öğreten,araştırma isteği uyandıran,araya serpistirilmiş anılarla uyanık ve dik tutan bir yazım olmuş.Teşekkürler Ori.Çok beğendim.Yurda.

Adsız dedi ki...

çoook güzel, çook duygulu okurken insanın hem içini acıtıyor, bir o kadarda mutlu ediyor, hayret halen böyle ince düşünceler kalmışmı diye:) yüreğinize sağlık, yolunuz açık olsun...
gülşen

Adsız dedi ki...

Orhan Veli, gibi. Hani bazı güzellikler karşısında diller susar , kelimeler kifayetsiz kalır ya. İşte öyle bir şey.Anlatamıyorum

Kendimi tarihin içinde seyir halinde buldum.Beyazıt,ancak bu kadar güzel anlatılırdı .

Çok hoş bir yazı olmuş, Yüreğinize ve elinize sağlık,Kaleminiz daim olsun

Adsız dedi ki...

gerçekten bu hikayenizde ki anlatım ve konular çok iyi.
Çünkü birçok konuya değinmişsiniz.
Ve konulardan geçişleri de çok iyi yakalamışsınız.
Beyazıt, Kapalıçarşı, Sultanahmet bütün hikayedeki çirkinliklere rağmen hala çok güzel bence.
Öğrencilik yıllarımda iki yaz tatilimde Kapalıçarşıdaki dericide çalışmıştım. Birden bu hikaye beni o yıllara götürdü.
Yazılarınızda başarılar...

Adsız dedi ki...

inanılmaz güzel olmuş harika bi yazıydı..ben o meydanın adını biliyorum biliyomusunuz ben öğrenciyken arkadaşlarımız adına 'kızıl meydan' diyolardı.:))
yüreğinize sağlık..


arzu

Adsız dedi ki...

ne diyim
çok sıcak, çok insanca
diğerleri gibi
elinize, ruhunuza sağlık

hande

Adsız dedi ki...

Yazaca�m her �ey eksik kalacak biliyorum,yaz�n�n i�ime nas�l dokundundu�unu anlatmaya ama sen yaz Ori,sen yaz ki ben gibiler umudunu yitirmesin.G�zel insanlar var.Y�rekli,samimi,�evresine ve sevdiklerine duyarl�...i�im i�im �yle �s�nd� ki su koyveriyorum.Anlat�m�n,yal�nl�n,konular� ba�lamaktaki ustal�n konusunda yorum yapacak �l�de birikimim olmasada,�ok �ok etkileyici, insanca,koca y�rekli bir adams�n.�imdilik ara ,dedimya su koyvermedeyim. NES

Adsız dedi ki...

İmparator Teodosyus devrinde M.S. 393 yılında şehrin en büyük meydanı olarak inşa edilmişti. Ortasındaki dev boyutlu zafer takının üzerinde yer alan bronz boğa başlarında dolayı buraya “Form Tauri” meydanı denilmişti. Üzerinde İmparatorunda heykeli yükselen zafer takından birkaç mermer blok ve sütun kalıntıları bulunmuşken, kuzeydeki abidevi çeşmeden eser kalmamıştır. Şehrin bu en büyük çeşmesini Valens su kemeri beslerdi. Kuzeyde, Fatih’in yaptırdığı ilk sarayın yerinde İstanbul Üniversitesi bulunmaktadır. Üniversite girişi abidevi kapı ve bahçedeki yangın kulesi 19 yy. yapılarıdır. Meydanı süsleyen ve adını veren 15 yy. Beyazıt camii kalabalık ve hareketli kapalı çarşının komşusu olup, buraya ait külliyeden günümüze medrese, hamam ve dükkanlar kalmıştır.
BUNLAR TARİHİ GERÇEKLER.AMA ASIL ÖNEMLİ OLAN BEŞERİ GERÇEKLER.İNSANLAR HER DÖNEM PAZARLARDA BİRŞEYLERİ ALIP SATTI.KİMİ ZAMAN İNSANLAR BİLE SATILDI.YİYECEKLER,GİYECEKLER,SİLAHLAR,SANAT ESERLERİ VS VS.BENCE BU HİKAYEDE ASIL ÇARPICI OLAN KAHRAMANIN DEFALARCA OKUSA DA BIKMAYACAĞI FİKRİNİN İSPATI IŞIĞI KİTAPLARINI SATMAK ZORUNDA KALIŞININ NEDENİ:AŞK VE SEVGİ!AMA YANINDAKİ TEZGAHTA SATILAN VE ÜSTELİK DİNİ İSTİSMAR EDEN BİR TİCARETİN NEDENİ:PROPOGANDA... KOSOVALI

Unknown dedi ki...

orim,şahanesin sen yüreğinden bal damlıyo,sen çok güzel yaşa ...angara'lı

Adsız dedi ki...

ori.
uzun bir aradan sonra bilgisayarımı acar acmaz sıcacık bir yazı çarpti gözlerime. Gercekten anlatımlar, hikayenin içeriği o kadar yogun ki bir kapıdan girince diger kapılar ard arda acılıyor sanki o anlatılan olayı o anda yaşıyormuşum gibi seviç.hüzün ve sevgi. Eski ve yeni istanbul olması ve olmaması gerekenler hepsi tetlı bır dille anlatılmış eline saglık .soguk kış günlerinde okunmak için taze sıcak hikayeler bekliyorum.
nermin.

Unknown dedi ki...

duygulu ve acikli bir yazi, anlatiminla cok hos olmus...resimler de etkileyici...sagolasin!

Adsız dedi ki...

Bir şehir, bir tarih ve bir insan ancak böyle güzel anlatılır, okuyanı böyle etkiler! Bir daha, sadece Forum Tauri’ye değil, şehrin hiç bir yanına bakışım aynı olmayacak.

Yeni yazılarını bekliyorum desem, çok mu sormuş olurum, Sevgili Ori?:)))

gülçin dedi ki...

evet ya oricim, meydanda dolaşmaktan ayaklarımıza kara sular indi desem? hadi yeni bişey yaz artık, sırasıdır.

sevgiler

Adsız dedi ki...

Sevgili Ori,

Komşu blogdaki bir linkten uğradim.
Yazı biraz uzun olmasına rağmen bir solukta okudum ve çok beğendim. Çok duygulu bir o kadar da acı gerçeklerle dolu bir yazı olmuş. Yakın geçişimizde ve yaşadığımız şehirde bilmediğimiz ne kadar şey varmış diye düşündüm.

Güzel yazılarınızın devamı dileğiyle.

deger dedi ki...

Sevgili Ori,

Çiçeği burnunda bir blogçu olarak, yazını şimdi okumak fırsatı buldum. Yaşlarımız her ne kadar çok farklı da olsa, anlayış, fikir ve üzüntümüz aynı. Ben 1960 ihtilalinde üniversite öğrencisiydim. O günleri ve öncesini çok iyi hatırlıyorum.

Yazını ve ana fikrini çok, çok beğendim. Yenilerini bekliyoruz.
Sevgiler.

Dört Yapraklı Yonca dedi ki...

Forum Tauri başlığını görünce Feridun Hürel'in Balatlı Maria romanı geldi aklıma. Bugünden o günlere gidebilmeyi o meydanlarda dolaşabilmeyi çok isterdim.

Güzel yazı için teşekkürler

Sem dedi ki...

Sevgili Yonca, romanı hiç duymamıştım ama ismi o kadar değişik çağrışımlar yaptı ki, internetten baktım. Sadece Balat ve Beyazıt değil Galata, Kule, Pera gibi diğer tarihi mekanlarda da geçtiğini gördüm. İdefix'te oluşturduğum listeye ekledim:) Ayrıca Balat fotoğraf makinemi alıp gitmek istediğim yerlerin başında. Gitmeden Maria'nın öyküsünü okurum belki. Teşekkürler

sema dedi ki...

Sevgili Arkadaşım, o kadar güzel betimlemelerde bulunmuşsun ki; bir yandan büyük bir keyifle okudum (daha önce okumamıştım), bir yandan da hüzünlendim. Daha o yıllarda ilticanın nasıl filizlendiğine ve bu günlere gelindiğini görünce... Ne diyeyim; her zaman ki gibi çok lezzetli bir yazı... Ellerin dert görmesin. Gökyüzü:-)