06 Şubat 2008

Kuyu



Kuyu dibi daşl'olur
Öksüz gözü yaşl'olur
Ana baba yar emme
Yar kokusu başk'olur


Babamla, askerlerin nöbet tuttuğu boyaları dökülmüş demir kapıdan içeri girdiğimizde bizi iki gardiyan karşıladı. Biri zayıf ve esmer, diğeri iri, pancar suratlı ve pos bıyıklıydı. Henüz on yaşımı yeni bitirmiştim. Şaşkınlıkla etrafıma bakıyordum. Bıyıklı gardiyanın boyundan üç dört kat daha büyük duvarla çevrili avludaydık. Her tarafı dikenli tellerle çevrilmiş duvarın üstünde de tüfekli bir asker nöbet tutuyordu. “Cebinde bişey va mı?” diye soran esmer gardiyana baktım, sararmış dişlerinin bir kısmı altındandı. Ceplerimi tutarak “Cık” dedim. “İyi, geç bakalım.” dedi. Diğeri, pos bıyıklarını oynatarak “Allah kurtarsın.” dedi. Bir şey söylemedim ama babam “Sağ ol” dedi.

Avlunun içi kalabalıktı. Kimileri sırtlarını duvara vermiş, güneşleniyor, kimileri ikişerli, üçerli olarak yürüyorlardı. Bazılarının ceketleri omzundaydı. Duvarın bir köşesinde ise fötr şapkalı bir adam sandalyesine oturmuş, nargile içiyor, etrafındaki, kimisi çömelmiş birkaç kişi ile sohbet ediyordu. Oraya doğru giden babamın arkasından yürüdüm. Çömelenler ayağa kalkmıştı. Fötr şapkalı kımıldamadı. Babam önce onunla tokalaştı, sonra diğerleriyle. Onlara beni göstererek “Bu da benim mahdum.” dedi. “Gel olum, Mehmet Ağa’nın elini öp bakem. Buralar ondan sorulur!” dedi. Yerimden bile kıpırdamadım, öylece bakıyordum. Köstekli saati vardı. Nargilesi fokurduyor, ağzından duman çıkarken, kısık gözleriyle bana bakıyordu.

Tok bir sesle “Allah gurtarsın deliganlı.” dedi. Sırıtıyordu. Bunun da gardiyan gibi altın dişleri vardı. Elindeki tespihi bana doğru sallayarak “Niye gonuşmuyon ülen? Sana diyom, söle bakem. Kimi vurdun?” dedi. Etrafındakiler gülmeye başladı. Gözlerimi kaçırdım, ayağındaki körüklü çizmelerine bakıyordum. İngiliz pantolonu vardı. “Sölesene ülen, gaç leşin va? Kimi kestin? Niye buradasın?” dedi. Nargilenin marpucu ile fötr şapkasını biraz arkaya itti, aklına yeni bir şey gelmiş gibi üsteki bacağını hızla yere bırakarak “Yoksam sende masum musun?” dedi. Herkes kahkahalarla gülüyordu. Birisi “Ne leşi, ne kesmesi ağam? Daha tavık bile kesemez, bu.” deyince, ağa da kahkahalarla gülmeye, sonra da öksürmeye başladı. Hemen bir bardak su yetiştirdiler.

Suyu içince öksürmesi geçti ama hala gülüyordu. Gözlerini ovuşturdu. Yanında duran birine “Amet, goş çabık, sandelye getir.” dedi. Ceketinin cebinden çıkardığı mendille yüzünü silerken babama döndü “Ne içersin, Selami?” diye sordu. Babam çay istedi. Gelen iki sandalyenin birine oturdu. Diğerini de bana işaret ederek, oturmamı istedi. Mehmet Ağa, Ahmet’e bu kez “Bize iki tavşan ganı getir” diye seslenirken bana döndü “Delikanlıya bi gazoz” dedi. Avluda bulunan diğer mahkumlar da etrafımıza toplanmıştı. Hepsi de “Hoş geldiniz” dediler.

“E, nerden geliyon?” diye sordu Mehmet Ağa. Sonrada merakla ekledi “Guyu’yu getirdin mi?” Babam da “Getirdim, getirdim” dedi, neşeyle. “Dün, senin köydeydim. Yeğenin Haceli’nin avlısında oynattım filimi. Haceli’nin, Dul Fehmi’nin, muhtarın çok selamını da getirdim” dedi. Çayını yudumlamakta olan ağa “Aleyküm selam, getirenden Allah razı olsun. Yaramaz bişi yoktur işallah.” dedi. “Yok, çok şükür” diye karşılık verdi babam. Sonra anlatmaya devam etti “Bütün köy ordeydi, avlının içi bayram yeriydi sanki. Zaten Dinar’da ve civar köylerde çekilen Kuyu filmi Emek Sineması’nda diye, anos ettiydim. Filimde Dinar’ı, bureyi gören, artisleri tanıyan, tarlasını, ağecini bilen acayip sevindi. Çok alkışladılar.”dedi. Etrafımıza toplanmış mahkumlara da bakıp devam etti “Hele, kanal yolundaki tarlasına buğdey ekili Dübeş Remzi’yi görcektiniz, filimde buğdeylerini göremeyince az da hepyek atıyodu.” dedi gülerek. Buna önce ağa sonra diğer mahkumlar çok güldüler.

Etrafımızı çevirenlerden birisi heyecanla “Biliyom. Film çekilirken burdeydim ben, Memet Ağa’mla, Hayati Hamzoğlu avluda beraber volta attılar.” dedi. Mehmet Ağa’nın gözleri parlıyordu. “Ben de oynadım.”dedi uzun boylu biri ve ekledi “Görüşme yerinde. Metin İksen, bana, sen burda dur, dedi. Bende duruvedim.” Gençten birisi de “Filmin kuyusunu ben kazdım.” dedi. Herkesin kendisine baktığını görünce devam etti “İki sene önce belediyedeyken, reisin yardımcısı Nedret Gürcan, bize; film için Suçıkan’a iki kuyu kazılacak. Dinar bu filmle çok meşhur olacak, onun için iyi çalışın, dediydi. Biz de gece gündüz demeden çalıştık. Tam üç günde kazdık kuyuları.”dedi.

“Arkadeşiymiş.” dedi, Mehmet Ağa. Elindeki çay bardağını Ahmet’e verirken devam etti, “Çekimden önce gelip, gezdile burayı. Bizde elimizden geleni yaptık. Aslen ödül gazandığı Susuz Yaz’ı Dinar’da çekecekmiş emme olmamış. Ta, o zaman söz vermiş Nedret’e.” Herkes ağayı dinliyordu. Nargileyi fokurdatarak devam etti “Bizim Nedret çok meşurmuş, şiir yazamış, zamanında dergi çıkarmış. Onun hatrına gelmişle.”dedi. Kısa bir sessizlik oldu. Eli tespihli birisi “Adam fabrikatör, ağam” dedi. Lafının dinlendiğini görünce, tespihini parmakları arasında gezdirirken devam etti. “Benim de un fabrikam olsa, bende şiir yazar, meşur olurdum. Hatta dergi de basar, reis bile olurdum.” dedi. Bu sözlere karşılık “Ülen Cırt Mısa, sen zaten meşursun aslanım.” dedi, ağa. Sonra da gülümseyerek, “Yannış gızı gaçırdığını dünya alem biliyo. Gasteye bilem yazdılar yedin boku.”diye ekledi. Birden bir kahkaha tufanı koptu, bazıları midesini tutuyordu.

Cırt Musa elinde tespih gezdirmeyi falan bırakmıştı. Ortalık biraz sakinleşince “Annatım ya ağam, gız abasının fistanını giymiş. Bilsem gaçırır mıyım?” dedi. “İyi de aslanım, Muğle’ye gadar niye yüzüne bakmadın? İnsan çuvalı çıkarıp bi bakar. Aradan bi gün geçmiş, gızı geri getiriyon. Olur mu heç? Bende gız gaçırdım! Hem de iki kere. Kim alır artık gızı?” dedi. Sonra da elindeki marpucu Musa’ya uzatarak “Sen evlen bu gızla. Evlen de gurtul mapıstan.” dedi. “Olmaz, evlenmem.” dedi, Musa. Bu söz üzerine biri “Evlenir mi gari?” diye katıldı lafa. Bu benim, tavuk kesemeyeceğimi söyleyen mahkumdu. “Niyeymiş?” dedi ağa. “E, ağam bi laf vardır hani; ev yapcen tuğladan, gız alcen Muğla’dan, diye. Cırt Mısa, Muğla’nın gözel gızlarını görünce, Daşlı Bekir’in gızlarını alır mı, heç?” dedi. Bu kez mideyi tutma sırası ağanındı ama öksürmekten, gülemez olmuştu. Ahmet bir koşu yine su getirdi.

Cırt Musa’nın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Söylenenlere, kahkahalara bozulduğu belliydi. Bir şey demek istediyse de vazgeçti. Kahkahalar yerini sessizliğe bırakırken, sakin bir ses tonuyla “Ben abasını istiyom.” dedi. Yüzünü silen Mehmet Ağa mendilini cebine koyarken “Gız seni istiyo mu?” dedi. Musa soruyu hemen yanıtladı, “Niye istemesin? İster heralde.” dedi. Yine gülüşmeler oldu ama Musa’nın ani bakışı sessizliği sağladı. Bu kez babam, “Bak abim” dedi, Musa’ya. “Zornan güzellik olur mu heç? Belli ki başlık parasından böle etmişsin, emme yanlış olmuş. Gızla anleşmiş olsan, bunlar başına gelmezdi. Hem getirdiğim filimde de görcen zati. Filim, gadınlara iyilikle davranın diyo. Davranmeyen adamın halini bi seyret, ne demek istedimi anlarsın.”dedi. Babamın sözleri üzerine Mehmet Ağa “Doru dedin, Selami” dedi. “Hadi bakam, gur makineyi de seyredelim şu filimi.” dedi. Sonra beni işaret ederek “Biletleri deliganlı mı kesicek?” diye sordu. Babamdan evet yanıtı gelince de ekledi “Maşallah, tavık kesemiyo emme, bilet kesiyo.” dedi.

Cezaevinin binasına girdiğimde demir parmaklıkları karşımda buldum. Görüşme yeri burası olmalıydı. Tıpkı filmdeki gibiydi. İki duvar arasına yerleştirilmiş demir çubukların üzeri tellerle kaplıydı. Yerler beton, duvarlar kirli beyazdı. Banyo ve tuvaletlerin sol tarafta olduğu kapı önündeki ıslak zeminden belliydi. Sağ taraftaki kapıdan baktığımda koğuştaki ranzaları gördüm. Kapının hemen yanındaki merdivenlerden yukarı çıkılıyordu.

Yukarıda, görüşme yerinin tam üzerinde, demir parmaklıklar olmadığından daha geniş bir alan vardı. Burası ara ara gelen, gezici Emek Sineması’nın salonuydu. Avlu tarafındaki duvara mahkumların da yardımı ile perdeyi asan babam, bir masa üzerine kurduğu makineye filmi takmış, yemekhaneden getirdikleri tahta sandalyelere oturmuş seyircilere bilet kesiyordu. Henüz akşam olmadığından avluya bakan iki küçük pencereden gelen ışık döşeklerle engellenmişti. Yemekhane ve üst koğuş kapıları da kapanınca, biletleri kesen babamdan aldığım işaretle, makinenin üzerindeki anahtarı iki kez çevirerek filmi başlattım. Öndeki makaradan yavaş yavaş makineye akan film, boş olan diğer makaraya küçük bir zırıltıyla dolanmaya başlamıştı.

Filmin başlamasından hemen sonra bir uğultu oldu. Jenerikteki Dinarlılara teşekkür yazıları seyirciyi çok heyecanlandırmıştı. Kimi belediye başkanının, kimi şairin adını bağırarak okudu. Alkış ve ıslık seslerini “Susun be”, “Arkadeşle sessiz olun”, “Görmemişle” diye bağıranların sesleri izledi. Filmin erkek oyuncusu perdede görülür görülmez, seyirciler neredeyse hep bir ağızdan “Hayati Hamzaoğlu, Hayati Hamzaoğlu” diye bağırdılar. Arada “Valla o”, “Yaşa aslanım” diye bağıranlarda vardı. Hiç bu kadar gürültülü film izlendiğini görmemiştim. Kadın oyuncuyu da çok beğenmişlerdi. “Vay be”, “Bunun için bi ömür yatarım ülen” diyenler olmuştu. Pınarı gören, “Bizim köyün pınarı”, figüranı tanıyan “Ana, bu Polis Amat değil mi? Yav, artis olmuş dabanca satıyo, hem de Gırıkgale.” diyordu.

Film arası olunca salonda kalan seyirciler keyifle gördükleri sahneleri birbirlerine yeniden anlatmaya başladılar. Makineyi yarı çalışır halde dinlendirmeye alan babam makaraları çıkarıp yenisini takarken anons yaptığı mikrofonun yerinde olmadığını fark etti. Aramalarından sonuç alamayınca yüzü asılmıştı. Filmin ikinci bölümünü başlatmaya hazırdım ama izin vermedi, “Bekle” dedi. Mehmet Ağa’nın yanına gitti. Birkaç kişiyle makinenin yanına geldiler. Yeniden aradılar. Bulunmayınca babam, “Mikrofon bulunmassa, bende ikinci perdeyi oynetmiyom.” dedi. Bunun üzerine birisi heyecanla “Olur mu heç?” dedi. Mehmet Ağa ise gayet sakin “Du bakalım Selami, üzme dadlı canını. Şindi buluruz senin mikrofonu” dedi. Yanındakilerden birisi “Berbat Cemil’in işi bu ağam.” dedi ve ekledi “Puşt bu ya, dün de senin çakmanı götürmüştü.” Hemen salonda Berbat Cemil’i aradılar ama yoktu. Ağa, yanındaki adamlardan birini kenara çekip, kulağına bir şeyler söyledi. Seyirciler söylenmeye başlamışlardı ki elinde mikrofonla, bir koşu aşağıya giden ağanın adamı geldi. Mikrofonu babama verirken, Mehmet Ağa’ya “Sevap için yapmış ağam!” dedi. “Nası sevapmış?” dedi, babam şaşkınlıkla. Ağanın adamı “Köylerindeki caminin mikrofonu yokmuş, imama vercekmiş.” dedi.

Filmin ikinci perdesini yine ben başlattım. Bunu yaparken birincide yaptığım gibi kopmasın diye içimden dua ettim. Seyirciler başlarda biraz sakindi ama film ilerleyince bu sakinliklerinden hiç eser kalmamıştı. Yine herkes konuşuyordu. Mehmet Ağa’nın perdede görünmesiyle salonda öyle bir fırtına koptu ki babam filmi durdurmak zorunda kaldı. Alkışlar Mehmet Ağa’yaydı. Seyirciler ayaklanmış neşeyle “Yaşşa ağam”, “Helal olsun valla”, “Volta böle atılır, be.” diyerek ağalarını kutluyorlardı. Kendini perdede az biraz gören ağa seyircilerin alkışlarından, abartılı kutlamalarından hoşnuttu ama hemen toparlanarak, yüksek sesle “Oturun ülen, oturun. Herkes otursun yerine, heç mi ağanızı volta atarken görmediniz? Hıyar herifler, yedi senedir burada yatıyom ben.” dedi. Sonra da babama seslendi “Hadi, Selami başlat şu filmi.” dedi. Bu kez babam başlattı filmi, ben gazoz içiyordum.

Yeniden başlayan filmin, neredeyse her karesi aynı heyecanla izleniyordu. Hayati Hamzaoğlu’nun, üçüncü kez Nil Göncü’yü kaçırması, onu ellerinden bağlayarak sürüklemesi, tecavüz etmesi bütün salonu heyecanlandırmıştı. Ayıplayanlar, kınayanlar oldu, “Hiç galıbının adamı deelmiş.”, “Zorlan olur mu yav?” dediler. Kınayanlara “Sen olsan yapman mı?” “Gıza bak yav, bembeyaz teni va.” diye yanıt verenler de vardı. Buna karşılık filmin sonunda, kuyuya inen adamı kızın taşlaması herkes tarafından kabul görmüştü. “Hah şöle, zorla güzellik olur mu?”, “Vur gız, at daşı”, “Helal olsun, namıslı gızmış.” dediler.

Perde de “Son” yazısının görülmesiyle film bitmişti. Salondaki seyirciler yavaş yavaş sağa sola dağılırken hala film üzerine konuşuyorlardı. Makaraları çıkaran babam makineyi yine dinlenmeye almış toparlanıyordu. Filmin yeniden gösterilmesini isteyenler oldu. Onlara, “Aşam olmadan Dikici köyüne gitmemiz lazım, yarın dönünce savcı izin verirse, gene gelir oynatırım.” dedi, babam. Döşeklerin pencerelerden alınmasıyla ortam daha bir aydınlanmış, pencerelerin açılmasıyla da içeriye temiz hava girmişti. Makaraları teneke kutusuna yerleştiren babam, bir mahkumun getirdiği beyaz perdeyi de çantaya koydu. Hoparlörü söküp gelince makineyi stop etti. Filmi bir masada izleyen Mehmet Ağa yerinden kalkmamış, oturduğu yerde hala kutlamaları kabul ediyordu. Ahmet’in çayları getirmesiyle babamı yanına çağırdı.

Mehmet Ağa bana yine gazoz söylemişti ama bu defa zor içiyordum. Onlar çaylarını bitirmek üzereydi. Ben daha yarıya bile gelememiştim. Konuşmaları yine film üzerineydi. Tam o anda, merdivenlerin oradan birisi “Ağam, Cırt Mısa’yı vurdular.” diye bağırdı. Çok kısa bir sessizlik oldu. Herkes şaşkınlık içindeyken, Mehmet Ağa’nın yanına gelen adam soluk soluğa anlatıyordu. “Daşlı Remzi’nin köylüsü Küçük Rasim va ya, hela da şişlemiş Mısa’yı, Fatme’yi sana yar etmem ülen diye.” bağırıyordu.

Babamla, askerlerin nöbet tuttuğu boyaları dökülmüş demir kapıdan çıkarken jandarmalar da cezaevinden çıkardıkları Küçük Rasim’i şimdilik karakola götürüyorlardı.

19 yorum:

Adsız dedi ki...

Ne çok özlemişim hikayelerini,o güzel uslubunu ,hepsinde olduğu gibi bundada bambaşka bir lezzet var.Bir solukta okudum.
Oralcım lütfen bu kadar uzun ara verme oldumu.

Dilek

gülçin dedi ki...

oricim,
gerçekten ne kadar çok özlettin kendini yahu. çok güzel olmuş, bir solukta okudum, hatta avlunun tozları bir ara gözüme bile kaçtı. ellerine, yüreğine sağlık, varol.

sevgiler

Sem dedi ki...

Sevgili Ori, on yaşındaki bir çocuğun gözünden, hiç bilmediğim bir dünyaya, ağasıyla, renkli karakterleri, lakap ve diyaloglarıyla tanık oldum. Tavuk bile kesemiyor ama müthiş bir gözlem gücü ve anlatımı var bu çocuğun; içtiği gazozlardan olsa gerek:)) Çok çok güzel Emek Sineması yapımı olmuş, yüreğine sağlık.

Adsız dedi ki...

Çok güzel olmuş valla sen bu işi artık dört dörtlük yapmaya başladın. Diyalogların yazımı çok güzel olmuş sanki o insanların sesini kulağımda hisseder gibi oldum. Aşmışsın sen:))
Kalemine sağlık..

aysegul dedi ki...

Ohh be, sonunda yayimlamissin yaziyi.Ori 'cikten izin cikti demek:)Soyle ona ictigi gazozlar helali hos olsun, yuregine, diline,kalemine saglik.

Adsız dedi ki...

Çok güzel Oral ağabey , son derece içtenlikle tebrik ederim . Yine çok güzel bir yazı olmuş .

Adsız dedi ki...

Sevgili aşık Oraliii:)
ne demişler işin iyisi 6 ayda çıkarmış, seninkide o hesap durdun durdun yazdın.
kimi insanlar şahsına münhasırdır, sende onlardan birisin, hikayen de aynen öyle olmuş.Hikayen üstüne yorum yapmak haşa haddim diil :) bende şuracıkta bir dörtlük döktüriim dedim amaa... biliyosun ağanın şeyi üstüne şey olmaz ;) ,ellerine yüreğine sağlık...

Aşık Gülşeniii

ulku dedi ki...

sevgili Ori,

Allan kimseyi düşürmesin oraya.....
On yaşındaki çocuğun mükemmel gözlem gücü şaşırttı beni.

Bu kadar güzel ve gerçekçi yazdığından mıdır bu kadar seyrek yazman ?
Forum Tauri'yi de çok beğenmiştim. Daha eskilerini de okuyacağım zaman buldukça.

Hayal gücüne sağlık, sevgiler.

deger dedi ki...

Merhaba,

Ben de sevgili ulku ile aynı duyguları paylaşıyorum.

Hayal gücününe sağlık. Yeni güzel öykülerini bekliyoruz. Sevgiler.

Unknown dedi ki...

merhaba sevgili ori,sahiden ne çok ara vermişsin yahu özlemiştik yazılarını. hem sen eskiden haftada bir yazardın, böyleee 4 ay sürmezdi.tembellik etme lütfen bidaha:) ve gülçin'le daha sık görüş, bulaşsın sık yazma alışkanlığı:))

çok hoş bi hikaye olmuş ve yazılarından anlaşılıyor ki çok renkli bi çocukluk yaşamışsın. bunu da pek güzel yansıtıyorsun yazılarına, teşekkürler...

sevgiler...

Adsız dedi ki...

Harika bir hikaye , bu kadar ara vermeyin, biliyorsunuzki artık bir okuyucu kitleniz var..

Yeni hikayelerde görüşmek üzere
Sevgiler
Nejla

Adsız dedi ki...

Harika bir hikaye , bu kadar ara vermeyin, biliyorsunuzki artık bir okuyucu kitleniz var..

Yeni hikayelerde görüşmek üzere
Sevgiler
Nejla

Cemre Kabaş dedi ki...

Ori abicim
Yazın gerçekten çok güzel olmuş.Gerçekten sürükleyici bir anlatım tarzı.Her yazında daha çok ilerliyorsun.Ayrıca on yaşında bir çocukken bunların farkında olman ve bu zamana kadar taşıyıp yazıya dökmen hayranlık verici.Ne çok anın varmış da haberimiz yokmuş.Daha kimbilir ne yazılar çıkacak.Eğğğ kitap ne zaman çıkacak?
Sevgiler ve saygılar ...

Sem dedi ki...

Ori, yeni bir film eklemişsin:)) Youtube'den eklediğin bu fragmanla, Hayati Hamzaoğlu ve Nil Göncü'nün yüzlerini de görmüş olduk. İki film birden olmuş; çok hoş olmuş. Teşekkürler

yurdanur dedi ki...

Uzun bir bekleyişten sonra, yeni bir öyküden ümit kesince,bloğuna uğrama alışkanlığının yitiminden olsa gerek,okuma şansını bugün yakalayabildim.
Renkli geçmişinin izlerini taşıyan bu öykünde;anlatımın'daki doğallık,içtenlik ve seçilen sözcüklerin yalınlığı,anlatılmak isteneni anlatmış,ulaşmak istenilene ulaşmış.
Mükemmel olmuş,ayrıca fragmanlar da renk katmış.Ellerine ,yüreğine sağlık.Yurda.

hep dedi ki...

Sevgili Ori,
öykü mü desem,anı mı desem bilemedim ama,"kuyu" filmine yaraşır,filmin lezzetinin pek de gerisinde kalmayan bir yazı olmuş.Büyük keyif alarak okudum.
Kutlarım.

Adsız dedi ki...

GERÇEKTEN ÇOK GÜZEL BİR YAZI OLMUŞ AMA ÇOK ARAVERDİNİZ,
BU YAZI DA ÇOK GÜZEL OLDUKÇA EMEK HARCADIĞINIZ BELLİ AMA GERÇEKTEN GÜZEL BİRŞEY ÇIKMIŞ ORTAYA,
YAZILARINIZIN DEVAMI DİLEĞİYLE,

CENGİZ..

Unknown dedi ki...

eee hani fotograflar, ben saniyordum ki her hafta fotograf kamerasiyla hafiyelik hikayeleri de duyacagiz :}
en iyisi artik bir kitap cikar da onu alalim gari ;}
sagolasin x

sema dedi ki...

Bunu ilk okuduğumda da büyük lezzet almıştım. Tabii lezzeti orada yaşananlar değil, güzel bir dille yazılmış olmasıydı. Ne diyebilirim; YÜRECİGİNE SAĞLIK:-) GÖKYÜZÜ:-)