O kadar idareli kullanmama rağmen memleketten gelen para yetmez olmuştu. Henüz ayın ortası bile değilken cebimde 650 lira param kalmıştı. Bu yüzden hukukta okuyan, aynı yurtta kaldığım arkadaşım Rıfat’ın getirdiği habere çok sevinmiştim. Bir günlüğüne bir filmde figüranlık yapacak, karşılığında ise tam 900 lira alacaktık. Hem cebimiz para görecek hem de unutamayacağımız bir gün yaşayacaktık. Dahası bu sadece bir başlangıçtı, ilerde jön bile olabilirdim.
Taksim meydanında bir süre bekledikten sonra herkes gelmiş olmalıydı ki Bostancı otobüsüne bindik. Binmeden önce hepimize otobüs bileti verilmiş, bir mavi kartım olmasına rağmen bilete hayır dememiştim. Bunu bilet satan bir büfeye verip yerine telefon jetonu alabilirdim. Otobüsün gittiği semti bile bilmiyor, bizimle gelen diğer insanları tanımıyorduk. Gerçi Rıfat ekibe yön veren Haydar’ı tanıyordu. Beyoğlu’nda çalıştığı avukatlık bürosunda tanışmışlar. Yandaki büroda çalışan Haydar’ın şirketi filmler için figüran sağlarmış.
Taksim meydanında bir süre bekledikten sonra herkes gelmiş olmalıydı ki Bostancı otobüsüne bindik. Binmeden önce hepimize otobüs bileti verilmiş, bir mavi kartım olmasına rağmen bilete hayır dememiştim. Bunu bilet satan bir büfeye verip yerine telefon jetonu alabilirdim. Otobüsün gittiği semti bile bilmiyor, bizimle gelen diğer insanları tanımıyorduk. Gerçi Rıfat ekibe yön veren Haydar’ı tanıyordu. Beyoğlu’nda çalıştığı avukatlık bürosunda tanışmışlar. Yandaki büroda çalışan Haydar’ın şirketi filmler için figüran sağlarmış.
Erenköy’de inip bir süre yürüdükten sonra üç katlı beyaz bir köşke vardık. Deniz kenarındaki bu yapıyı sanki daha önceden görmüşlüğüm vardı. Kocaman bahçesi olan bu köşk belli ki bir çok filme mekan olmuştu. Bir görevli tiplerimize bakarak bize giyeceğimiz kostümleri verdi. Sakallı olanlar şalvar ve kavuk giyerken, bana ve Rıfat’a jöntürk kıyafetleri uygun görülmüştü. Siyah bir takım elbise, yakasız bir gömlek ve başımızda kırmızı bir fesle hiçte fena durmuyorduk ve bu yeni halimizi merakla aynada izlemekten kendimizi alamıyorduk. Şimdilik beklemekten başka bir işimiz olmadığı için bahçede dolaşıyor, arada da muzipçe birbirimizi selamlıyorduk. Öğlen olmuş hala bir iş yapmamıştık. Tam acıktığımızı hissederken yemek dağıtımı ile neşelenmiş, dağıtılan sıcacık kuru fasulye, pilav ve ayranı iştahla bir güzel mideye indirmiştik.
Bu güzel yemek sonrasında film ekibi çekime başlamış, bizde uzaktan merakla onları izlemeye koyulmuştuk. Mithat Cemal Kutay’ın Üç İstanbul adlı eserini TRT için Fevzi Tuna filme çekiyordu. Köşkün kapısına gelen bir faytondan inen, koşarak merdivenleri çıkan bir kadın sahnesi birkaç tekrarla tamamlanmıştı. Daha sonra bir paşa ve ona eşlik eden bir jöntürk kıyafetli uzun boylu birinin merdivenden inip faytona binmelerinin çekimleri yapıldı. Uzun boylu olan Orçun Sonat’tı, kendisini daha önceki birçok filminden tanıyordum.
Bir süre sonra bizi çağırdılar ve sandallara bindirdiler. Yedi sekiz sandalı doldurmuştuk. Sandallar az biraz açılınca megafonla seslendiler “Köşke doğru el sallayın ve yuh diye bağırın”. Hepimiz de öyle yaptık. Hatta araya başka kelimelerde ekleyip senaryoyu zenginleştirdik de, “Yuuuuh, Allah belanızı versinnn”.
Çekim bu kadardı, işimiz bitmişti. Hiç yorulmamış, karnımızı da bir güzel doyurmuştuk. Dahası ilk kez bir film setinde bulunmuştuk. Olsun zararı yoktu, bugün keşfedilmemiştik ama elbet o da bir gün olacaktı. En güzeli de tam 900 lira kazanmıştım.
Kostümleri neşeyle yerine teslim edip, kendi kıyafetlerimi giydiğimde anladım ki cebimdeki 650 liranın yerinde yeller esiyordu.